21 Şubat 2018 Çarşamba

BIÇAK KEMİĞE DAYANDI!.."2017’nin cari açığı, Türkiye’nin 52 yıllık açığına bedel"

'2017’nin (AKP Hükümeti'nin) cari açığı, Türkiye’nin 52 yıllık açığına bedel!..'
CHP'nin ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı Aykut Erdoğdu, 2016’da 32.6 milyar dolar olan cari açığın, yüzde 44.5 artışla 47.1 milyar dolara çıktığını belirterek “2017’nin cari açığı, Türkiye’nin 52 yıllık açığına bedel” dedi.

AA (Anadolu Ajansı & sputniknews, 21 Şubat 2018 - Çarşamba)
TÜRKİYE 2017'Yİ 47.1 MİLYAR DOLAR CARİ AÇIKLA KAPATTI
Cumhuriyet'in aktardığına göre Erdoğdu yaptığı açıklamada, 1951 yılından bu yana hesaplanan cari açık verilerine göre, 1951-2002 arasını kapsayan 52 yılda Türkiye’nin verdiği toplam cari açığın 43.7 milyar dolar olduğunu belirtti.
Sadece 2017’de bunun 47.1 milyar dolara ulaştığını kaydeden Erdoğdu, “Yani, bir yılın açığı 52 yıla bedel düzeye geldi. 1923’ten 2002’nin sonuna kadar geçen 80 yılda Türkiye toplamda 247 milyar dolar dış ticaret açığı verirken, AKP’yle geçen 15 yılda, 2017 sonu itibarıyla toplam dış ticaret açığı 967 milyar dolara ulaştı” dedi.
İhracat ve turizm gelirleri hızla düşerken, kronik cari açık sorununun milli ekonomiyi tehdit ettiğini, cari açıkla birlikte bütçe açığının da arttığını anlatan Erdoğdu, kronik cari açık ve bütçe açığının yüksek borçlanmaya yol açtığına dikkat çekti.

17 Şubat 2018 Cumartesi

AVRUPA-ÇİN; KESİNTİSİZ DEMİRYOLU: "Türkiye’nin 800 milyar dolarlık ticaret hacmi bulunan, BTK’nın da içinde yer alacağı Trans-Hazar Koridoru’nda söz sahibi ülke haline geleceği protokole imzalar atıldı."

800 milyar dolarlık hatta imzalar atıldı
Türkiye’nin 800 milyar dolarlık ticaret hacmi bulunan, BTK’nın da içinde yer alacağı Trans-Hazar Koridoru’nda söz sahibi ülke haline geleceği protokole imzalar atıldı. Güzergâhta bu yıl 4 milyon ton yükün taşınması hedefleniyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan'ın katılımıyla 30 Ekim 2017'de açılışı yapılan, Çin'den Avrupa'ya kesintisiz demiryolu ulaşımını sağlayacak ve tarihi İpek Yolu'nu canlandıracak Bakü-Tiflis-Kars (BTK) Demiryolu Projesi'nin ana hattı olan Trans-Hazar Koridoru'nda Türkiye de söz sahibi ülkeler arasına girdi. BTK'nın da içerisinde yer alacağı ana güzergâh olan Çin, Kazakistan, Hazar Denizi su alanı, Azerbaycan, Gürcistan'dan geçen ve devamında Avrupa ülkelerine kadar ulaşan 800 milyar dolarlık ticaret hacmine sahip Trans-Hazar Koridoru'nda Türkiye de ana oyuncu hale geldi.
HEDEF 4 MİLYON TON
Sabah'ın haberine göre; TCDD Taşımacılık A.Ş. Genel Müdürü Veysi Kurt ile Trans-Hazar Uluslararası Taşıma Birliği Genel Sekreteri Baurzhan Kulushev arasında protokol imzalandı. Kurt, Türkiye için çok önemli olan Trans-Hazar Uluslararası Taşıma Güzergâhı'nın, Çin'den Kazakistan, Azerbaycan, Gürcistan, Türkiye ve Avrupa'ya uzandığını ifade ederek, koridorda yapılacak taşımanın 4.5 milyar insanı ilgilendirdiğini bildirdi. Azerbaycan Demiryolları Başkanı Cavid Gurbanov da TCDD Taşımacılık A.Ş.'nin konsorsiyum daimi üyeliğinin önemli bir konu olduğunu dile getirerek, hedeflerinin bu koridorda 4 milyon ton yük taşınması olduğunu söyledi. Trans-Hazar Uluslararası Taşıma Güzergâhı'na 15 bin konteyner taşımacılığını da eklemeyi planladıklarını anlatan Gurbanov, 1 Nisan'dan itibaren düzenli feeder (besleyici sefer) ulaşımının Aktau ve Bakü limanları arasında yapılacağını kaydetti. Kazakistan Demiryolları Ulusal Şirketi A.Ş. Başkanı Kanat Alpysbaev de Trans-Hazar Uluslararası Taşıma Güzergâhı'nda geçen yıl 750 bin ton yük taşınması hedeflenirken, 1 milyon 900 bin ton yük taşındığını bildirdi.
MARMARAY KRİTİK ÖNEMDE
Türkiye, Trans-Hazar Uluslararası Taşıma Güzergâhı ile BTK hattının entegre edilmesi çalışmalarına büyük destek verirken, koridorun Türkiye'den geçen 2 bin 200 kilometrelik demiryolu aksının iyileştirilmesi için projeleri hayata geçiriyor. Marmaray'ın tamamen devreye girmesiyle Pekin ile Londra arasında kesintisiz demiryolu ulaşımı mümkün olacak.
ÇİN'DEN 12-15 GÜNDE AVRUPA'YA
Ana projesi devam eden ancak önemli sac ayaklarından biri olan BTK, açılışı ile birlikte ülkeler arasında gönül köprüsü vazifesi de görmeye başladı. Halihazırda, Çin'den AB'ye yük taşıma süresi 45-62 gün sürüyor. BTK ise süreyi 12-15 güne indirecek.

8 Şubat 2018 Perşembe

‘Yardımcı doçentlik’ yerine ‘doktor öğretim görevlisi’ kadrosunu öngören kanun teklifi, TBMM Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Komisyonu'nda kabul edildi.

Yardımcı Doçentlik dönemi bitiyor. ‘Doktor öğretim görevlisi’ TBMM'de komisyondan geçti...
Uzun süredir uyuşmazlık ve şikâyet konusu olan; ‘Yardımcı doçentlik’ yerine ‘doktor öğretim görevlisi’ kadrosunu öngören kanun teklifi, TBMM Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Komisyonu'nda kabul edildi. Buna göre, Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) bünyesinde Yönetim Kurulu oluşturulacak. Yönetim Kurulu, ÜAK Başkanı ile fen ve mühendislik, sağlık ve sosyal bilimler alanlarından üçer, güzel sanatlar alanından bir olmak üzere 11 üyeden oluşacak.

AK Parti Kayseri Milletvekili ve Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş'ın ‘yardımcı doçentlik’ yerine ‘doktor öğretim görevlisi’ kadrosunun ihdas edilmesini öngören kanun teklifi, TBMM Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Komisyon’unda kabul edildi. Kabul edilen teklife göre, ‘yardımcı doçentlik’ yerine, ‘doktor öğretim görevlisi’ kadrosu açılacak. Öğretim elemanları, yükseköğretim kurumlarında görevli öğretim üyeleri, öğretim görevlileri ve araştırma görevlilerinden, öğretim üyeleri ise ‘profesör’, ‘doçent’ ve ‘doktor öğretim üyesi’nden oluşacak. ‘Doktor öğretim üyesi’, doktora çalışmalarını başarıyla tamamlamış, tıpta, diş hekimliğinde, eczacılıkta ve veteriner hekimlikte uzmanlık unvanını veya ÜAK’ın önerisi üzerine Yükseköğretim Kurulu’nca (YÖK) tespit edilen belli sanat dallarının birinde yeterlik kazanmış olan, akademik unvana sahip kişi olarak tanımlanıyor.
ÜAK BÜNYESİNDE ‘YÖNETİM KURULU’ OLUŞTURULACAK
ÜAK oluşumunda yer alan "Genelkurmay Başkanlığı’nın Silahlı Kuvvetler’den dört yıl için seçeceği bir profesör" ibaresi, madde metninden çıkarılıyor. ÜAK bünyesinde Yönetim Kurulu oluşturulacak. Yönetim Kurulu, ÜAK Başkanı ile fen ve mühendislik, sağlık ve sosyal bilimler alanlarından üçer ve güzel sanatlar alanından bir olmak üzere 11 üyeden oluşacak. Üyeler, farklı üniversitelerde görev yapan profesör öğretim üyeleri arasından ÜAK tarafından bir yıl için seçilecek. Süresi dolan üye yeniden seçilebilecek. ÜAK, YÖK’e üye seçmek dışındaki görevlerini yönetim kuruluna devredebilecek. Yönetim Kurulu, ayda en az bir defa toplanacak. Yönetim Kurulu üyelerine, Yükseköğretim Genel Kurulu üyelerine ödenen tutarda huzur hakkı ödenecek. ÜAK, doçentlik başvurularında ilgili bilim ve sanat alanında jüriler oluşturarak adayların yayın ve çalışmalarını YÖK tarafından belirlenen esas ve usuller kapsamında değerlendirip, yeterli yayın ve çalışmaya sahip olan adaylara doçentlik unvanı verecek.
Üniversitelerde açık bulunan ‘doktor öğretim üyesi’ kadroları, YÖK Başkanlığı’nca ilan edilecek. İlan edilen kadrolara yapılacak atamalarla ilgili AK Parti, CHP, HDP ve MHP'nin verdiği ortak önerge ile düzenleme yapıldı ve adaylarla ilgili yazılı mütalaa şartı getirildi. Buna göre, ilan edilen bu kadrolara fakültelerde dekan diğer birimlerde müdürler; biri o birimin yöneticisi biri de o yükseköğretim kurumunun dışından olmak üzere üç profesör veya doçent tespit ederek bunlardan adayların her biri hakkında yazılı mütalaa isteyecekler. Dekan veya ilgili müdür, yönetim kurullarının görüşünü aldıktan sonra önerilerini rektöre sunacak. Atama rektör tarafından en çok dört yıl süreyle yapılacak. Her atama süresi sonunda görev kendiliğinden sona erecek. Görev süresi sona erenler yeniden atanabilecek. Doktor öğretim üyeliğine atanabilmek için doktora ile tıpta, diş hekimliğinde, eczacılık ve veteriner hekimlikte uzmanlık unvanına veya ÜAK önerisi üzerine YÖK tarafından tespit edilen belli sanat dallarından birinde yeterlilik kazanmış olması şartı aranacak. Üniversiteler, doktor öğretim üyesi kadrosuna atama için YÖK’ün onayını alarak bilimsel kaliteyi artırmak amacına yönelik, bilim disiplinleri arasındaki farklılıkları da göz önünde bulundurarak, objektif ve denetlenebilir nitelikte ek koşullar belirleyebilecek.
YILDA 2 KEZ ATAMA
Doçentlik başvuruları ÜAK tarafından belirlenen takvime göre yılda 2 kez yapılacak. Doçentlik başvuruları için şu şartlar aranacak: - Bir lisans diploması aldıktan sonra, doktora ile tıpta, diş hekimliğinde, eczacılıkta ve veteriner hekimlikte uzmanlık unvanını veya ÜAK’ın önerisi üzerine YÖK tarafından tespit edilen belli sanat dallarının birinde yeterlik kazanmış olmak.
- YÖK tarafından belirlenen merkezi bir yabancı dil sınavından en az 55 puan veya uluslararası geçerliliği YÖK tarafından kabul edilen bir yabancı dil sınavından buna denk bir puan almış olmak.
- Doçentlik bilim alanının belli bir yabancı dille ilgili olması halinde ise bu sınavı başka bir yabancı dilde vermek. ÜAK’ın görüşü üzerine YÖK tarafından her bir bilim disiplininin özellikleri dikkate alınarak belirlenecek yeterli sayı ve nitelikte özgün bilimsel yayın ve çalışmalar yapmak.
ÜAK, adayın başvurduğu bilim veya sanat dalından beş kişilik jüri ve bu jüri için iki yedek üye tespit edecek. İlgili bilim veya sanat dalında yeterli öğretim üyesinin bulunamaması halinde, jüri, üç üye ile teşkil edilebilecek. Doçentlik sınav jürisinde yer alan asıl ve yedek üyeler hazırladıkları ayrıntılı ve gerekçeli kişisel raporlarını ÜAK’a gönderecek. ÜAK tarafından yeterli yayın ve çalışmaya sahip olduğuna karar verilen adaya doçentlik unvanı verilecek.
Üniversiteler doçent kadrosuna atama için objektif ve denetlenebilir nitelikte ek koşullar da belirleyebilecek. Bu ek koşullar arasında sözlü sınavın yer alması halinde sınav, ÜAK tarafından oluşturulacak jürilerce yapılacak. Doçentlik unvanına sahip olanlar ilan edilen doçent kadrosuna başvuracak. Başvuran adayların durumlarını incelemek üzere rektör, en az biri üniversite dışından olmak üzere üç profesör tespit edecek. Bu profesörler her aday için ayrı ayrı olmak üzere birer rapor yazacak, kadroya atanacak birden fazla aday varsa tercihini bildirecek. Üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü yönetim kurulunun bu raporları göz önünde tutarak alacağı karar üzerine rektör atamayı yapacak. Öğretim üyesi, haftada asgari 10 saat, öğretim görevlisi ise haftada asgari 12 saat ders verecek ancak üniversitelerin uygulamalı birimlerinde görev yapacak öğretim görevlilerine ders ücreti ödenmeyecek. Doktora çalışmalarını başarıyla tamamlamış, tıpta, diş hekimliğinde, eczacılıkta ve veteriner hekimlikte uzmanlık unvanını veya YÖK’ün tespit ettiği belli sanat dallarının birinde yeterlik kazanmış olan araştırma görevlilerine ders görevi verilebilecek.
TEZSİZ YÜKSEK LİSANS ÜCRETLERİNE DÜZENLEME GELİYOR
Teklifle, tezsiz yüksek lisans ücretlerinin belirlenmesi yetkisiyle ilgili düzenlemeye gidilecek. Buna göre, üniversite veya yüksek teknoloji enstitülerinde ikinci öğretim kapsamında yürütülecek tezsiz yüksek lisans programlarının açılması, bu programlarda fiilen ders veren öğretim üyelerine ödenecek ek ders ve sınav ücretleri ilgili üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü yönetim kurulunun teklifi üzerine YÖK tarafından belirlenecek. Üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü yönetim kurulu kararıyla belirlenen ve belirtilecek tarihlerde asgari iki eşit taksitte alınan öğretim ücretleri, üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsünün muhasebe birimi hesabına yatırılacak. Lisansüstü tezler yetkili kurum ve kuruluşlar tarafından gizlilik kararı alınmadıkça, bilime katkı sağlamak amacıyla YÖK Ulusal Tez Merkezi tarafından elektronik ortamda erişime açılacak.
Yükseköğretim Personel Kanunu'nda yapılacak değişiklikle, doktor öğretim üyelerinin mali hakları düzenleniyor. Bu kapsamda yapılacak değişiklikle doktora öğretim üyesi kadrosunda bulunanlara Devlet Memurları Kanunu'na tabi en yüksek devlet memuru brüt aylık tutarının yüzde 175'i, her ay üniversite ödeneği olarak ödenecek. Harp okullarında ve astsubay meslek yüksek okullarında düzenleme uyarınca atanmış öğretim üyesi bulunmayan derslerle öğretim programlarında ortak zorunlu ders olarak yer alan veya konu kapsamı itibarıyla öğretim elemanında mesleki tecrübe ve ihtisas gerektiren teorik ve uygulamalı dersler için, ilgili bilim dalında eğitim ve öğretim görmüş veya mesleki tecrübe ve bilimsel yayınla tanınmış asker veya sivil kişiler görevlendirilebilecek.
Asker öğretim görevlileri ilgili kanuna göre atama veya geçici görevli olarak, sivil öğretim görevlileri ise rektörün teklifi üzerine Milli Savunma Bakanı’nın onayı ile boş öğretim görevlisi kadrolarına atanabilecek veya sözleşmeli olarak çalıştırılabilecek. Harp okullarının araştırma görevlisi olarak ihtiyaç duyacağı asker kişiler Türk Silahlı Kuvvetleri’nin atanmaya ilişkin esas ve usullerine uygun olarak, diğerleri ise Milli Savunma Bakanlığı’nın izniyle araştırma görevlisi kadrolarına en çok üç yıl süreyle atanacak. İlgili kanun ve mevzuatlar ile cetvellerdeki ‘yardımcı doçent’ ifadeleri, bu unvana ilişkin atıflar, ‘doktora öğretim üyesi’ olarak değiştirilecek. Teklifteki düzenlemelere paralel ilgili yasalar da uyum düzenlemeleri yapılacak. Teklifle ÜAK’a 10 kadro verilecek.
((AA-08.02.2018 - 10:37 | Son Güncelleme: 08.02.2018 - 10:38))

7 Şubat 2018 Çarşamba

BÜYÜK UTANÇ VE YÜZ KARASI: "Türkiye, '2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde (Rule of Law), iki sıra daha gerileyerek 113 ülke arasında 101'inci sırada yer aldı."

Türkiye, hukukun üstünlüğü sıralamasında (2 sıra daha geriledi ve) 113 ülke arasında 101. oldu!..
Türkiye, "2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi"nde (Rule of Law), iki sıra daha gerileyerek 113 ülke arasında 101'inci sırada yer aldı.
Türkiye, “2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi”nde (Rule of Law), iki sıra daha gerileyerek 113 ülke arasında 101’inci sırada yer aldı. Ülkelerin bulundukları coğrafi bölgelere göre kategorize edildiği endekste Türkiye, Doğu Avrupa ve Orta Asya grubundaki 13 ülke arasında sonuncu sırada yer alırken, orta üst gelir grubundaki 36 ülke arasında ise sadece Venezuela’nın önünde kendine yer bulabildi.
TÜRKİYE 2014, 2015 VE 2016 SIRALAMASI…
T24’ten Damla Uğantaş’ın haberine göre, Türkiye aynı endekste 2014’te 59, 2015’te 80, 2016’da 99’uncu sırada bulunuyordu. Dünya Adalet Projesi (JWP) tarafından ülkelerin hukuk sistemlerini değerlendirmek amacıyla hazırlanan Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nin 2017 verileri açıklandı.
110 bin hanede 3000 uzman ile görüşülerek hazırlanan endeksin sponsorları arasında Avrupa Komisyonu, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yanı sıra Apple, Microsoft gibi uluslararası şirketler de bulunuyor. Türkiye açısından gerilemenin sürdüğü endekste, yalnızca Bangladeş, Honduras, Uganda, Pakistan, Bolivya, Etiyopya, Zimbabve, Kamerun, Mısır, Afganistan, Kamboçya, Venezuela Türkiye’nin gerisinde yer aldı.
2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde ülkelerin sıralaması şöyle:
JWP endeksine göre, Türkiye ‘iktidar üstünde en az denetimin olduğu ülkeler’ arasında 3. sırada. Türkiye’nin üstünde sadece Zimbabve ve Venezuela bulunuyor. Türkiye, temel haklar kategorisinde 107, kamu düzeni ve güvenliğinde 106, hukuk mahkemeleri konusunda 94, hükümetin şeffaflığı kategorisinde 93 ve düzenleyici uygulamalar konusunda 84’üncü sırada yer aldı. Türkiye’nin nispeten iyi puan aldığı konular ise ülkede yolsuzluğun bulunmaması ve cezai adalet oldu.Türkiye yolsuzluğun bulunmaması konusunda 54, cezai adalet konusunda ise 74’üncü sırada bulunuyor.

5 Şubat 2018 Pazartesi

Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu "Ali Bardakoğlu’ndan Önemli Açıklama “iSLAM DiNi NEDiR – NE OLDU?" Haber: TURKISH FORUM, Sümer AYGEN

Eski Diyanet İşleri Başkanı: Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’ndan Önemli Açıklama “İSLÂM DİNİ NEDİR? NE İDİ VE NE OLDU!.."
Bu saygıdeğer din adamı, NEDEN GÖREVDE İKEN BU FİKİRLERİNİ AÇIKLAYIP UFUKLARIMIZI AÇMADI !? (Sümer AYGEN) 
İslam dini dünyada yaşansın diye gönderildi, ahirette değil. Yani dünyayı terk et, hiçbir şey yapma, ahirette kazanırsın mesajını vermiyor. Müslümanlar dünya-ahiret dengesini yitirdiler.
Biz Müslümanlığı sadece inanma ve namaz, oruç, hac gibi belli ritüelleri yerine getirme olarak algıladığımız sürece bu mahçup edici durum devam edecektir.
Ortadoğu toplumları barut fıçısı gibi. Birbirlerine duydukları öfkeyi mezhep, din duyarlılığı veya öteki üzerinden dile getiriyor, onlar üzerinden kimlikler şekilleniyor. Toplum olarak ayrıştığımız, artık birbirimize öfke duyduğumuz doğrudur. Bunlar sosyal birlik beraberliğimiz açısından alarm noktalarıdır.
Serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam âlimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız.
İslam barış dinidir diyoruz ama kimseyi inandıramıyoruz, çünkü birçok yerde Müslümanlar birbirinin boğazını sıkıyor. Birbirinin Müslümanlığını beğenmez oldular, birbirini itham ve tekfir ederek sürekli camdan aşağı atmakla meşguller.
Her şeyin altüst olduğu, fırsat eşitliğinin olmadığı, işgaller altında umutların tükendiği, siyasal katılımın olmadığı toplumda sadece din anlatarak insanları mutlu edemeyiz. İslam dünyası acilen bilgi, çalışma, üretme, temizlik, sosyal barış, sosyal adalet, insan hakları, kadın hakları, çevre, özgürlükler, ötekinin hakkı gibi temel konularda zihnini durultmak ve bu konularda mesafe almak zorunda. İslamiyette ibadet sadece kıldığımız namaz değildir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranış ibadettir.
Gönlüm isterdi ki, evrensel ilâhî din olan İslam’ın günümüz uleması dünyada kanıksadığımız bunca eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik, güçlü ve egemenin oldu bittileri karşısında hakkın sesi olsun, her türlü ayırımcılığa karşı çıksın, bizlere hepimizin Âdem’in çocukları kardeşler olduğumuzu, insan olarak eşit ve değerli olduğumuzu, insanca bir hayatın hepimizin temel hakkı olduğunu hatırlatsın. Ama öyle olmadı ve olmuyor. Olup bitene eleştirel baktığımızda bunu açıkça görüyoruz.
Bugün birçok dini cemaat birer ekonomik sektöre dönüştü. Unutmamalı, Türkiye’de dini gruplar kamusal alana sirayet etmeye başladığı, kapalı ve kayıt dışı olup kendilerine göre dini eğitim vermeye başlarsa sorun büyür, FETÖ’deki gibi. Ülke benzeri oluşumlara gebe demektir.
Dini cemaat ve tarikatlar siyaset, kamusal alan, yaygın din eğitimi ve ticaretten elini çekip kendi asli ve sivil hizmet alanlarına çekilmezse, kayıt dışılıktan çıkıp şeffaf ve denetlenebilir olmazsa yeni maceralar yaşamamız kaçınılmaz görünüyor.
Din artık melankoli ve gözyaşı olarak sunuluyor ve algılanıyor. Böyle bir din anlayışı sizi dünya sahnesinde yukarı çeker mi? Hazreti Muhammed’in hayatını öyle bir anlatıyorlar ki, öyle bir hayatın örnek alınması ve yaşanması mümkün değil. Bugün İslam dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunanlar, asılsız kutsallıklar üretenler aslında kendi din ticaretleri için müşteri artırımı peşindeler.
“Din, acı, gözyaşı, melankoli ve menkıbedir” dedik. Ya geçmişe özlemle ya da bir kurtarıcı bekleyerek vakit geçiriyoruz. Bireyi ve birey bilincini, birey sorumluluğunu yok ettik. Başımıza geleni de hep “ya Allah’ın gazabı ya da ötekinin kötülüğü” diye anlattık. “Sen sadece dua et, hatta en etkili ve gizemli duayı ve zamanı bul yeter, bunlardan kurtulursun” diyerek piyangocu bir anlayışı besledik. Halkı böyle besleyince onlar da buna uygun hoca tipi istemeye başladı.
Böyle bir dini anlayışın, çocuklarımız, torunlarımız tarafından nasıl karşılanacağından emin değilim. Artık yavaş yavaş yol ayrımına geliyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız sorguluyor, görüyor, biliyor. Bireyin olmadığı, kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin yeterince gelişmediği, sadece melankoli, sadece menkıbe, gözyaşı, ötekileştirme ve öfkenin yer aldığı bir din anlatımı İslamofobi’yi mahallemize indirecektir. Bizim çocuklarımız, torunlarımız da büyük sorular soracaktır.
Bizim din anlayışımız sığlaştı. Dindarlığı dar bir alana hapsettik. Müslümanlar şeklen dindarlaştıkça, dünyevileşmesi de artıyor. İslam, seccadeni ser ibadetle ömrünü geçir demiyor. Düşünce, bilgi, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip kötülüğü önleme, insanı insan olduğu için sevme hepsi ibadettir. Sadaka ve iane kültürüyle ya da retorikle bunları sağlayamayız.
Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kuran’ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkadık ve kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva vermeye başladık.
Eski Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu
(KAYNAK: Sumer Aygen [mailto:saygen38@gmail.com] TURKISH FORUM) 05.02.2018-Pazartesi

2 Şubat 2018 Cuma

ÇOK ÖNEMLİ BİR HABER: "Piruz DİLENCİ; GÜNEY AZERBAYCAN ÖZGÜRLÜK ATEŞİNİ HARLAYAN (Güney Azerbaycan Milli Kurtuluş Hareketini Kuran) ADAM, Yazan: Aziz Dolu Atabey-Serik"

PİRUZ DİLENCİ; GÜNEY AZERBAYCAN’IN ÖZGÜRLÜK ATEŞİNİ HARLAYAN ADAM

Aziz Dolu Atabey, Serik-16.09.2016Kısa adı CAMAH olan Cənubî Azərbaycan Millî Azadlıq Hərəkatı (Cenubî Azerbaycan Millî Azatlık Hareketi) bir başka deyişle Güney Azerbaycan Millî Özgürlük Hareketi 1991 yılında kurulmuştur. CAMAH’ın öncülerinden Piruz Dilenci, 1999 yılına kadar bu hareketin başkanlığını yapmıştır. 1999 yılında Tebriz’de yapılan kurultayda Piruz Dilenci, CAMAH 1. Başkan Yardımcılığı görevi ile birlikte CAMAH’ın, Bakü temsilciliğini de üstlenerek; çalışmalarını, bağımsızlığına kavuşmuş olan Kuzey Azerbaycan’da yoğunlaştırmıştır. Peki, Güney Azerbaycan Kuva-yı Millîye’sinin önderi konumundaki Piruz Dilenci kimdir?

Piruz Dilenci, 16 Mayıs 1965‘de İran‘ın başkenti Tahran‘da doğmuştur. İlkokulu Hatif’te, ortaokulu İsfendiyar’da okuduktan sonra 1983-1988 yılları arasında Tahran Teknoloji Enstitüsü İnşaat Fakültesi’nde yükseköğrenimini tamamlamıştır. İlk eserini daha 14 yaşında iken kaleme alan Piruz Dilenci’nin bu eseri Tahran’da, Farsça olarak basılmıştır. 17 yaşında iken, İran genelinde yapılan bir edebiyat yarışmasında 1. olmuştur. Bu yıllarda Türkiye ile temasa geçerek, “Varlık” dergisi ile işbirliği yapmıştır. Tahran’da bulunduğu süre zarfında 7 kitap yazmış, bu eserler Farsça ve Türkçe olarak yayımlanmıştır. İran’ın Keyhan ve Ettelaat gibi dünya çapındaki basın-yayın organlarında onlarca bilimsel, edebî, toplumsal ve siyasî makalesi yayımlanan Piruz Dilenci aynı zamanda Türk Dünyası’nın en büyük şairlerinden olan Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın da öğrencilerindendir.
Tahran demişken… Safevîler ve Avşarlar döneminde başkent konumunda bulunan Tebriz’in, Osmanlı mülküne (ülke) yakın olması hatta Safevîler döneminde Osmanlı süvarilerinin Tebriz’i taciz eder hale gelmesi yüzünden Kaçar Türkmenleri başkenti Tebriz’den alarak, Tahran’a taşımışlardır. Dahası Tahran’ın çevresine de Şahseven Türkmenleri diye anılan birçoğu Anadolu’dan gitme oymak (aşiret) ve obaların yerleştirildiği de vakıadır. Hatta daha geçen yüzyıla kadar Fırat’ın batısına Türkiye, doğusuna ise Türcomania dendiği tarihi kayıtlarla da sabittir. Anadolu ve Azerbaycan Türkleri arasında geçen mücadele ne yazık ki çoğu kaynakta yalan-yanlış tezlerle din merkezli olarak açıklansa da biz, bu meselenin sadece dinî etkenlere bağlanmasını tarih bilimi açısından oldukça sığ buluyoruz. Mesele, Türk tarihinin kanayan yarası olan boyculuk (kabile), oymakçılık (aşiret) takıntısından ileri gelmektedir. Millet/ulus olma bilincine erişememenin, hanedanlık geleneğini sürdürmenin bir sonucu (tezahür) olarak ayrılıklara düşülmüştür ne yazık ki. Hacı Bektaşi Veli Hazretlerinin “Bir olalım, iri olalım, diri olalım!.” düsturuna uyulmamıştır. Uyulmayınca da olanlar olmuş; su uyumuş, ama düşman uyumamıştır. Uyumayınca da bir büyük cihan devleti olması gereken Batı Türk Kağanlığı (devlet) bugün Türkiye, Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti diye üç parçaya ayrılmış; geri kalan Güney Azerbaycan, Türkmeneli, Batı Trakya gibi yöreler, bölgeler de esaret altında yaşamak zorunda kalmıştır.
Yapay (suni) bir adlandırma sonucu İran olarak anılan ülkede baskı ve işkencelerin artması hatta defalarca tutuklanması nedeniyle doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalan Piruz Dilenci, Bakü’ye yerleşmek istemiş ama Azerbaycan KGB’sinin olumsuz raporu yüzünden dönemin Sovyet yöneticileri tarafından bu isteği geri çevrilmiştir. Kuzey Azerbaycan’ın Anar, Neriman Hasanzade, Mehmet Aras ve Nebi Xazrî (Khazrî/Hazrî) gibi saygın bilimcilerinin, edebiyatçılarının devreye girerek, güvence vermeleri (kefil olmaları) üzerine 1991 yılında “vatansız kişi/haymatlos” olarak, Kuzey Azerbaycan’da oturum izni almıştır.

Bakü’ye yerleşen Piruz Dilenci burada boş durmamış, çalışmalarını aralıksız sürdürmüştür. Kuzey Azerbaycan’ın önde gelen yayın organlarından “Edebiyat Ve Sanat” gazetesiyle işbirliği yaparak, bir süre “Edebî Tebriz” sayfasını hazırlamıştır. Bir yıl sonra Azerbaycan Yazarlar Birliği üyeliğine seçilmiştir. Bakü’de bulunduğu 4 yıl içerisinde Azerbaycan Devlet Televizyon ve Radyo Verilişleri Şirketi “Araz-Güney Edebiyatı Seti” ve “Şehriyar-Güney Edebiyatı Ağı’’ adlı yapımlarda (program) yapımcı (organizatör) ve sunucusu olarak görev almıştır. Bakü’de bulunduğu süre zarfında kendisine ait şiirleri ve dilbilimiyle (filoloji) ilgili diğer eserleri de yayımlanmıştır. Yine bu dönemde Nebi Xazrî’nin (Hazrî) seçilmiş eserleri Piruz Dilenci tarafından Farsçaya çevrilerek, Tahran’da yayımlanmıştır. Piruz Dilenci’nin bazı şiirlerinin Azerbaycan, İran ve Türkiye’deki kimi müzisyenlerce bestelendiğini de hatırlatalım.

Bakü’de bulunduğu ilk yıllarda Cenubî Azerbaycan Millî Azatlık Hareketi başkanlığını sürdürmeye devam eden Piruz Dilenci, yine bu yıllarda ilk kez Güney (Doğu) Azerbaycan’ın bağımsızlığı, İran’dan ayrılması ve Kuzey (Batı) Azerbaycan’la birleşmesi fikrini ortaya atmıştır. Güney (Doğu) Azerbaycan’ın bağımsızlığı ve Kuzey (Batı) Azerbaycan’la birleşmesi fikri Ebulfez Elçibey ve sonrasında Haydar Aliyev tarafından da kabul görmüştür. “Qarabağ’ın azatlığına gədən yol Təbriz’dən keçir!” sözleriyle hafızalara kazınan Ebulfez Elçibey, Güney Azerbaycan’ın bağımsızlığı fikrini açıkça desteklemiş; Haydar Aliyev ise bir konuşmasında “Ben, İran derken Güney Azerbaycan’ı kastediyorum.” demek suretiyle bu görüşe yakın durduğunu belli etmiştir. Günümüzde, Güney Azerbaycan’ın bağımsızlığı için onlarca kurum ve kuruluş mücadele vermektedir. Dahası Birleşmiş Milletler, 2004 yılında aldığı bir kararla bu fikri, bir milletin (ulus) bağımsızlık talebi (self-determination/kendi kaderini tayin hakkı) olarak tanımlamıştır.

1999 yılında, dönemin cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in özel izni ile Azerbaycan Cumhuriyeti vatandaşlığına geçen Piruz Dilenci, Kuzey Azerbaycan’da faal (active) olarak siyasetin içinde olmuş; 2000 yılında, Kuzey Azerbaycan seçimlerine katılma kararı almış, bu kararı Azerbaycan Cumhuriyeti yetkililerince de uygun görülmüştür. Ama seçimlere az bir süre kala, halkın teveccühüne mazhar olan Piruz Dilenci’nin adaylığı iptal edilmiştir. İran olarak adlandırılan molla yönetimince ağır baskılara maruz kalan, defalarca tutuklanan, türlü işkencelere tâbi tutulan Piruz Dilenci ne yazık ki Kuzey Azerbaycan’da da zaman zaman benzer sıkıntılarla karşılaşmıştır. 2002 yılının son günlerinde, Bakü’de gözaltına alınarak bir süre tutuklu kalmıştır. Bu tutuklanmanın hukukî bir gerekçesi olmayıp; Azerbaycan yetkililerinin iç siyaset hesapları ile yahut da İran vb. dış ülkelerin baskıları sonucu olmuş olabilir. Tutukluluk süresince fiziksel ve ruhsal baskılara maruz kalan Piruz Dilenci hapisten çıktıktan sonra bir süre daha ev hapsinde kaldıktan sonra 2003 yılının başlarında özgürlüğüne kavuşmuştur.

Azerbaycan’da karşılaştığı sıkıntılar, zorluklar karşısında “Türkiye de benim vatanım.” diyerek, İstanbul’a göçmüştür. Bir ay sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü aracılığı ile “Burası sizin yaşamanız için tehlikeli olabilir.” denilerek, Piruz Dilenci ve ailesinin Ankara’ya taşınmaları sağlanmıştır. Ankara’da, üç ay kadar kalan aile, bu kez Yozgat’a nakledilmiştir. Bunun üzerine, özellikle milliyetçi çevrelerle irtibata geçen Piruz Dilenci bu durumu Ankara nezdinde ilgili mercilere iletmiştir. Yozgat’ta, üstelik de zorlu kış şartları altında dört ay süreyle ailesi ile birlikte kalan Piruz Dilenci’ye bir kötü haber de burada ulaşmış ve üç gün (72 saat) içerisinde Türkiye’yi terk etmesi istenmiştir. Birleşmiş Milletler Ankara Ofisi aracılığı ile sınır dışı kararından haberdar olan bazı ülkeler devreye girerek, Dilenci ve ailesini kabul edebileceklerini ilân etmişlerdir. Bu ülkelerden biri de Kanada olmuştur. Ve Piruz Dilenci ailesi ile birlikte Kanada’ya iltica etmek zorunda kalmıştır.

Özellikle Güney Azerbaycan’ın bağımsızlığına, özgürlüğüne (azatlık) dönük siyasî eylemleri nedeniyle önce doğduğu, daha sonra da yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalan Piruz Dilenci, ülkesinin hak ve hukukunu savunmayı mülteci olarak bulunduğu Kanada’da da sürdürmüştür. Kanada hükümeti tarafından, şiddete başvurmadan gösterdiği barışçı, edebî ve siyasî eylemler (faaliyet) nedeniyle, Mayıs 2008’de -üstelik de kendi doğum gününde- Piruz Dilenci ve aile bireylerine Kanada vatandaşlığı verilmiştir. Piruz Dilenci ve ailesi -şimdilerde- Kanada‘nın Vancouver kentinde yaşamaktadır. Aynura Kerimova Hanımefendi ile evli olan Piruz Dilenci, iki çocuk babasıdır. Piruz Dilenci anadili Türkçenin yanı sıra çok iyi derecede Farsça ile İngilizce de bilmektedir.

SELÇUK ÖZDAĞ "CEVABINI EN AĞIR ŞEKİLDE ALACAKLAR"
Peki, Piruz Dilenci’nin Türkiye’ye yerleşmesine niçin engel olunmuştur? Özbekistan yönetimine daha doğrusu İslâm Kerimov’a muhalif isimlerin Türkiye’ye kabul edilmesinin ne gibi sıkıntılara yol açtığını biliyorsunuz. İslâm Kerimov’un şahsından da kaynaklanan sürtüşmeler yüzünden Türkiye ile Özbekistan arasında yıllarca doğru dürüst bir ilişki kurulamamıştır. Bu süreçte, Özbekistan’da meydana gelen askerî darbe girişimine Türkiye’den bazı isimlerin de karışmış olduğu/olabileceği ile ilgili söylentiler de iki ülke arasındaki soğukluğun bir başka gerekçesi olmuştur ne yazık ki. Haliyle bir millet-iki devlet olan Türkiye ve Azerbaycan arasındaki ilişkilerinin esenliği; İran’la yaşanabilecek sıkıntılar vb. gerekçelerle Piruz Dilenci’nin Türkiye’den gitmesi istenmiş olabilir. Öyle bile olsa, yıllarca PKK’ya her türlü desteği veren; Karabağ Savaşında, Ermenistan’a yardım eden bir İran’a karşı, Güney Azerbaycan’ın özgürlük ateşini harlayan Piruz Dilenci’ye sahip çıkılması gerekmez miydi?
Piruz Dilenci ve arkadaşları öncülüğünde kurulan Cənubî Azərbaycan Millî Azadlıq Hərəkatının (CAMAH) yani Güney Azerbaycan Millî Özgürlük Hareketinin kuruluş felsefesine gelince; 1991 yılında temelleri atılan hareketin, 16 Mayıs 1994 tarihindeki 2. kurultayda kuruluş emeli (gaye), felsefesi, ülküsü (idea, mefkûre) ortaya konmuştur. Hatta örgütün, kuruluş hüviyetini -gerçek anlamda- bu kurultayla kazandığı da söylenebilir. Kurultayda alınan kararların giriş bölümünde, kısaca, – yapay (suni) bir adlandırma yüzünden- günümüzde İran olarak tanımlanan ülkenin batısında 30 milyonu aşkın Güney Azerbaycan Türk’ünün yaşadığı; Fars yönetiminin bu insanlara karşı ırkçılık yaptığı; Türklerin dilini, edebiyatını, medeniyetini, sanatını yaşatmasına, geliştirmesine engel olduğu ve böylelikle Türkleri, Fars kültürü içinde eritme amacı güttüğü; bu art niyete karşı koyan Türklere karşı devlet terörü uygulandığı, çok sayıda Türk’ün yurdunu terk etmek zorunda kaldığı ifadeleri yer almıştır.

800’lü yıllardan, 1925’e kadar kimi zaman Selçukluların kimi zaman Akkoyunluların hâkimiyetinde kalan; son olarak da sırasıyla Safevîlerin, Avşarların ve Kaçarların hüküm sürdüğü Güney Azerbaycan, Horasan (Khorasan/Xorasan), Kaşkay (Qashqai), Kirman (Gur-an?/Gur-man-ç?) gibi bölgelerin İngiliz-Rus ittifakı ve işbirlikçi Farisîlerin “aryan/arian ırk” takıntısıyla nasıl birden bire İran oluverdiği de tarih kitaplarında yazmaktadır. Ve Piruz Dilenci “Biz Tehran rejiminin müxalifi deyilik. Əslində İran adlı uydurma bir varlığın müxalifiyik.” derken, bu hukuksuzluğa itiraz etmektedir haklı olarak. Çünkü İran olarak adlandırılan söz konusu bu ülkede, sayıca en fazla nüfusu Güney Azerbaycan’ıyla, Horasan’ıyla (Xorasan), Kirman bölgesiyle ve Japon otomotiv devi Nissan’a da esin kaynağı olan Kaşkay’ıyla (Qashqai) en fazla nüfusu Türkler oluşturmaktadır. Bunu bilen molla yönetimi (regime/rejim) ise tamamen yapay (suni) olan mezhepçilik bağnazlığı (taassup) ile hareket eder gibi görünüp; el altından Fars ırkçılığı (şovenizm) ile Türkleri eritmeyi (asimilasyon) devlet politikası olarak benimsemiş bulunmaktadır.

Aryan/Arian ırk meselesi nedir? Amerika’dan, Avrupa’ya; Ermenistan, İran (Farisî) ve Hindistan’ı da kapsayacak şekilde uzanan kuşak Hint-Avrupa dil ailesine mensuptur. Bu dil terkibine (group) dâhil olan halklar, Batılı bilimcilerce aryan (arian) ırk olarak adlandırılmıştır. Karabağ Savaşında İran’ın (Farisî), Ermenistan’a yardım etmesinin altında yatan sebeplerden biri de bu ırkî yakınlıktır. Bu dil terkibine mensup ulusların karşısında ise doğal rakip olarak Altay dil ailesi yer alır. Peki, Altay dil ailesine mensup uluslar hangileridir? Japonya’dan, Kore’den başlayarak; Saha (Sakha/Saka), Doğu Türkistan, Batı Türkistan, Sibirya, Kırım, Kafkasya, Azerbaycan, Türkiye, Balkanlar, Macaristan, Finlandiya diye giden kuşak Altay dilini yani Türk/Turanî dili konuşurlar. Son yıllarda dilbilimi (filoloji), kazıbilimi (arkeoloji) vd. disiplinlerce yapılan araştırmalar, elde edilen bulgular Amerikan yerlilerinin (Kızılderililer) de Altay dil terkibine mensup olduğunu göstermiştir. Tarihin derinliklerine doğru ise Sümerlerin, Truvalıların, Etrüsklerin, Lidyalıların, Sakaların (İskit) da Altay dili konuştuklarına ilişkin tarih ve dilbilimi tezleri gündemdedir. Özellikle Sakaların (İskit) Türk olduğu yahut Türklerin, Sakaların (İskit) torunları olduğu tezi kanıtlanmıştır.

Sakalar (İskitler) demişken… Sakaların ünlü başbuğu Alp Er Tunga’dan bahsetmeden geçmek olmaz. Ordusu ile Kafkasya’yı, İran’ı, Doğu Anadolu’yu bir baştan bir başa geçerek İskenderun Körfezine kadar ilerleyen; kol orduları Gazze kıyılarına kadar erişen dahası öncü kuvvetlerin, batı yönünde Denizli, İzmir taraflarına kadar ulaştığı kaydedilen Alp Er Tunga, Perslerin yenik hükümdarı Keyhüsrev’in barış istemesi üzerine Urmiye Gölü kıyılarına gelir. Burada Perslerin düzenlediği barış yemeğinde, zehirlenerek öldürülür. Bu olayın M.Ö. 624 yılında gerçekleştiği düşünülmektedir. Perslerin torunları olan Farisîler ise bugün Urmiye Gölünü kurutup, yöredeki yoğun Türk nüfusunu başka yerlere göç etmeye zorlamak için her türlü hainliği yapmaktadır. Ve Yüce Tanrı’dan, bizim en büyük dileğimize gelince; Urmiye Gölünün kenarında bir zafer şöleni düzenlemektir.

Haddizatında Piruz Dilenci, taşıdığı soyadın hakkını veren bir Türk aydınıdır. O, Türk milletinin dilencisi yani duacısıdır. Onun dileği, yakarışı önce Bütöv (bütün/birleşik) Azerbaycan sonra Türk/Turan Birliği içindir. Kuzeyi ve güneyi ile Azerbaycan bir köprüdür. Türkiye ile Türkistan’ı birbirine bağlayan altın köprü… Haliyle bu köprü Türklerin elinde olmalıdır. Türk Birliğinin bir başka deyişle Turan’ın bir gün hakikat olacağına inancı olan herkesin bu gerçeği idrak etmesi gerekmektedir. Ha deniyorsa ki “Türk Birliği mümkün değildir”; o zaman da Azerbaycan’ın sevincini, kendi sevinci; kederini, kendi kederi bilen Atatürk’e kulak verilmelidir. Çünkü “Türk Birliğinin, bir gün hakikât olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyâları içinde kapayacağım. Türk Birliğine inanıyorum, onu görüyorum.” diyen adamdır Gâzi Mustafa Kemal Atatürk. Bir gün tüm Türk Devletlerinin Çin Seddinde buluşacağının muştusunu (müjde) veren adamdır. Adam gibi adamdır.

Öyle ya, adam olmak bir şahsiyet meselesidir!.

Aziz Dolu Atabey (Serik-16.09.2016)
KAYNAK: http://www.tercuman.gen.tr/2016/09/21/piruz-dilenci-guney-azerbaycanin-ozgurluk-atesini-harlayan-adam/