27 Mayıs 2015 Çarşamba

55 Yıl Önce, 27 Mayıs'ta Milli İrade ve Hukuk KATLEDİLDİ..

27 MAYIS’TA (ÖNCELİKLE) MİLLİ İRADE 
ve HUKUK KATLEDİLMİŞTİR…

1946’da Demokratlar meşru bir kıyam hareketiyle “Yeter söz milletindir” diyerek çok partili siyasi hayatımızda yerlerini aldılar fakat açık oy, gizli sayım yaptırarak oy hırsızlığı ile aldıkları gayr-i meşru yetkiyle devleti idare edenler, geç bulup tez kaybettiğimiz Adnan Menderes’e yol vermediler.
Şaibeli 1946 seçimlerinden sonra hakim güvencesi ve gizli oy uygulaması ile yapılan 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde yılların tek partisi olan CHP iktidardan, 3 Eylül 1950 Mahalli Seçimlerindeyse muhalefetten tasfiye edilmiştir.
Ahmet Şerif BAYINDIR
ADNAN MENDERES
DEMOKRASİ PLÂTFORMU
BAŞKANI
Öncü Demokratlar; dört yıla varan destansı bir mücadele sonucu siyaset tarihimizin en büyük halk hareketi, emsalsiz bir efsanesi olan Beyaz İhtilâl’i başardılar.
14 Mayıs 1950’de doğrudan, aracısız, bağımsız ve bağlantısız olarak bizatihi millet tarafından iktidara getirildiler. Hükümet oldu, milletin sevgilisi, sessiz sözsüz halkın ve geniş kitlelerin sesi, sözü, aşı, aşkı, güneşi, ışığı ve ümidi oldu Demokratlar.
On yıllık iktidarları boyunca, uluslararası standartlara göre dünyada eşi emsali görülmemiş bir inkişaf, ilerleme, idame, ikame, sanayi, gelişme ve büyüme hareketine imza attılar. On yılda 100 yıla bedel muazzam bir kalkınma hareketini gerçekleştirdiler. Müzmin hale gelen işsizlik, açlık, yokluk, karne, kıtlık, hastalık; Halk Partisi’nin istibdat dönemi ve milli şeflik eseri olan cehalet ve sefaleti yendiler. Devlet hayatı ve millet hafızasından ısrarla silinmek istenen dini, milli, ilmi, tarihi ve kültürel değerleri ihya ettiler.
Siyaset anlayışlarını, yönetilenlerin hayat standartlarını yükseltmek ile temel hak ve hürriyetleri hayata geçirmek üzerine kuran demokratlar, devletin dayatmacılığının temelinde sivil ve askeri bürokrasinin olduğunu görmüşler, bunun yerine de daima milletin tercihlerini yerleştirme çabası içinde olmuşlardır.
Camilerin ahıra dönüştürüldüğü, Kur’an öğrenmenin ve Ezan-ı Muhammedi’nin yasaklandığı, cenazeler için kefenlik bezin bulunmadığı, jandarma dipçiği ile vergi toplandığı bir dönem kapanmış; kalkınan, zenginleşen, büyüyen, milli ve manevi değerleri sahiplenen; NATO, CENTO, Balkan Paktı, Kıbrıs davamızdaki başarıları ile dünyada saygın hale gelen Türkiye’nin varlığında, milletin kendilerine bir daha teveccüh etmeyeceğini anlayanlar, her türlü yalan iftira ve tezvirata başvurmuşlar, “Bu hassolar, memolar mı bizi idare edecek?” diye hazımsızlıkla kahrolmuşlardır.
27 Mayıs 1960’a giden süreç ise daha 1950’de başlamıştır. Cuntacılar hatıralarında bunu itiraf etmişlerdir. Bürokrasinin sivil ve askeri kanatlarıyla devletin üzerine konumlandığı bir gelenek açıkçası demokrasiye tahammül edememiştir.
“Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal meşru bir haktır”, “Sizi ben bile kurtaramam” sözleri ile cuntacılara işaret fişeği atan İnönü, 1957 Seçimlerinden sonra artık seçimle iktidar olamayacağını anlamıştı. Sağına basını, soluna üniversiteyi alarak şiddetli muhalefet ve gerilim politikaları ile cuntacıların işini hayli kolaylaştırmıştır.
27 Mayıs’ın cunta lideri İsmet Paşa’ya koşup giderek “Paşam emirleriniz bizim için Peygamber buyruğudur.” demiştir. Paşa’ya sorulduğunda ise “Ne içindeyim, ne dışındayım.” diyebilmiştir. Balkona çıkıp neşeden dört köşe olmuş halde davul dövdüren bir avuç şakşakçıyı gülerek selamlayabilmiştir. Dileriz ki bundan böyle balkonlardan hep milli irade zaferleri kutlansın.
Tarihimizin en büyük yalan furyası sonucu milletimize yapılan bir suikast olan 27 Mayıs darbesi ile tekrar “Millet devlet içindir” anlayışına dönülmüştür. Hırçın CHP ile cunta el ele verip “Ordu millet el ele” kuyruklu yalanını yaymışlardır. Anayasayı ortadan kaldıranlar, anayasayı ihlal etmekten darağaçları kurmuşlar, milletin kahir ekseriyeti yas tutarken bir de “Anayasa Bayramı” kutlamışlardır.
28 Mayıs sabahı ne yapacaklarını bilmeyen cuntacılara üniversite ve hukuk çevrelerinden bazı postal yalayıcılar akıl hocalığı yapıvermişlerdir. 27 Mayıs 1960’dan 17 Eylül 1961’e dek ülkemizde ne meşruiyet ne Demokratlara yüklenebilecek bir suç, ne hukuk, ne adalet, ne mahkeme ve ne de cezaların geçerliliği söz konusudur.
Aziz Menderes’in idamının tek sebebi: “Tekrar iktidar olur” korkusudur. Ebedi ve Abide Başvekilimiz rahmetli Adnan Menderes’in uğradığı akıbet milletimizin ruhunda ve şuurunda kapanmayan derin yaralar açmıştır. Aziz milletimizden, hususan aydınlarımızdan mühim bir istirhamımız, Adnan Menderes ve arkadaşlarından söz ederken “Demokrasi Şehidi” diye bir tabirden özenle kaçınmalarıdır. Adnan Menderes ve arkadaşları gerçek anlamda birer “şehid”tirler.
Ahmet Şerif BAYINDIR
ADNAN MENDERES
DEMOKRASİ PLÂTFORMU
BAŞKANI
Bugün bizim amacımız; 1960’larla ruhları karartmak değil, 1950’lerle Menderes’in güler yüzünü ve Türkiye’nin aydınlık geleceği ile ilgili ısrarlı ümidini canlı tutabilmektir.
Ayrıca 27 Mayıs 1960 ve takip eden artçılarının yerleştirdiği Anayasa’nın sivillerce yapılamayacağı anlayışının bugün bile elbirlik sürdürüldüğünü görmek bizleri ziyadesiyle üzse de Anayasa da değişecektir, büyük ihtimalle Başkanlık sistemine de geçilecektir. Devletin nitelikleri korunacak fakat hür ve demokrat Türkiye’ye mutlak surette ulaşılacaktır.
Menderes devrinde demokraside çırak, Özal zamanında kalfa olan milletimizin şimdi Erdoğan döneminde artık bir usta olduğunu görmekten de sevinç duyuyoruz. Şanlı Demokratların günümüzdeki devamı olan Hükümetimizi ve Milletin Adamı Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı Aziz Menderes’in akıbetiyle tehdit edenler 7 Haziran seçimlerinde milletimizden okkalı bir Osmanlı tokadı daha yiyeceklerdir.
Adnan Menderes Demokrasi Platformu olarak yeni nesillere gerçekleri aktarmak, onları demokrasi konusunda bilinçli kılmak için çabalarımızı sürdürecek; vesayetçi, cuntacı, darbeci zihniyetin günümüzdeki uzantılarının oyunlarının farkına varmaları için önemli bir laboratuvar olan 1946-1960 dönemini gündemde tutmaya devam edeceğiz.
Ahmet Şerif BAYINDIR
Adnan Menderes Demokrasi Platformu
Yönetim Kurulu Başkanı

20 Mayıs 2015 Çarşamba

ONURLU, DUYARLI ve SORUMLU Siyasiler Kayseri'de Mursi için biraraya geldi.

SİYASİLER MURSİ İÇİN BİRARAYA GELDİLER!..
Saadet Partisi Kayseri İl Başkanlığı tarafından; Başta Demokrat Parti olmak üzere, Siyasi Partilerin Kayseri İl Başkanlıkları davet edilerek, Mısır Mahkemeleri tarafından idama mahkûm edilen Muhammed Mursi konulu bir basın açıklaması düzenlendi. Kayseri Cumhuriyet Meydanında yapılan “Basın Açıklamasına”, DEMOKRAT PARTİ ve BÜYÜK BİRLİK PARTİSİ İl Başkanlıkları ile 400 civarında Sivil Toplum Kuruluşu ve çok kalabalık bir halk kitlesi katıldı. Kent Meydanı’nda düzenlenen basın açıklamasında, 3 siyasi partinin temsilcileri sırasıyla, MISIR’ da hakkında idam kararı çıkan Muhammed Mursi’yle ilgili görüşlerini dile getirdi 
BÜYÜK BİRLİK PARTİSİ KAYSERİ İL BAŞKANI YAŞAR BEKİR
İlk olarak, Saadet Partisine bu tür bir etkinlik düzenlediği için teşekkür eden, Büyük Birlik Partisi Kayseri İl Başkanı, Yaşar Bekir Soğman,” Katil Sisi’yi lanetlemek için buradayız. Darbeci mahkemelerin kararlarını protesto etmek için buradayız. Mursi ve mazlumlara sahip çıkmak için buradayız. Geçtiğimiz hafta darbe hukuğu ile alakalı, mısırda ki darbe dosyası müftülüğe gönderildi. Mursi’ye ve Mısır halkına karşı, verilen haksız hukuksuz kararların ve alçakça saldırıları şiddetle kınıyoruz. Ve lanetliyoruz.idam kararları Mısır’daki vahşetin tescilidir. Bu direnişi durduramaz” dedi.
SAADET PARTİSİ İL BAŞKANI MAHMUT ARIKAN
Programı düzenleyen Saadet Partisi İl Başkanı Mahmut Arıkan da,”Ümmet coğrafyasında uzunca zamandır devam eden zalim diktatörlüklere karşı Müslümanlar büyük bedeller ödeyerek mücadelesine devam ediyorlar. Onlarca yıldır. Özellikle Müslümanların üzerine çullanmış olan bu zalimler müstekbir güçlerin örtülü destekleriyle ayakta kalmaya devam ediyorlar. İnsanların üzerimde her türlü baskı araçları kullanılarak oluşturulan korku duvarları ile iktidarlarını ayakta tutmaya çalışıyorlar. Mısır halkına dönerek ‘İslamı istediniz alın size darbe’ dediler. Suriye’de özgürlük isteyenlere varil bombaları yağdırdılar.Libya’da kardeşlerine sahip çıkanları darbeci generallerle tasfiye ettiler. Irak’ta ‘Alın size ölüm’ dediler” diye konuştu.
DEMOKRAT PARTİ İL BAŞKANI İSMET ÖZBAKKAL
En son olarak konuşan Demokrat Parti Kayseri İl Başkanı İsmet Özbakkal’da katıldığı basın açıklamasında: ”Mısırdaki sorun, günümüz siyaseti açısından çok önemlidir. Hatta vahimdir. Dahası % 50’yi aşan bir oy’la Cumhurbaşkanlığına seçilmiş bir lider yönünden insanlık adına utanç verici bir konudur. Demokratik hukuk devleti olduğu varsayılan bir ülkede yaşıyoruz. Bizde Demokrat Parti (DP) olarak bu darbelerden çok çektik. Türkiye Cumhuriyetinde ilk darba Demokrat Partiye yapılmış ve bu kanlı, insanlık dışı, Cumhuriyet, Hukuk ve Demokrasi düşmanı cunta tarafından Partimizin Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en başarılı Başvekili Adnan MENDERES 27 Mayısçılarca alçakça idam edilmiştir. Aynı durum şimdi Mısır’da yaşanıyor. Bizim buna duyarsız kalmamız mümkün değildir. Ancak hükümetin, bu demokrasi dışı, insanlık ve İslâm dışı kalkışmayı önlemek için daha etkili girişimlerde bulunarak alçakça bir vahşete seyirci kalmamasını arzu ve temenni ederiz.” dedi.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

14 Mayıs 2015 BEYAZ İHTİLÂL, Cumhuriyet Tarihinin En Büyük HALK HAREKETİ ve TÜRK DEMOKRASİ BAYRAMININ 65. Yılı "HAYIRLI VE KUTLU OLSUN"

Hürriyetler DP'nin kuruluş felsefesidir

Enerji ve Tabiî Kaynaklar ve Devlet eski Bakanlarından Esat Kıratlıoğlu ile Demokrat Parti’nin iktidara gelişini konuştuk. 
(Ankara, YENİ ASYA - 13 Mayıs 2015, Çarşamba) 
TAKDİM (1.BÖLÜM)
Parlamentoda 6 dönem milletvekilliği yapan, AP ve DYP hükümetlerinde Devlet Bakanlığı ile Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı yapan Esat Kıratlıoğlu ile, Demokrat Partinin iktidara gelmesinin 65. yıl dönümü dolayısıyla yaptığımız röportajda, DP öncesini ve DP’nin iktidara geldikten sonraki durumunu, 27 Mayıs darbesini konuştuk. Tarihi hatıralarını dinledik. İlerlemiş yaşına rağmen son derece dinç ve sağlıklı bulduğumuz Kıratlıoğlu ile evinde iki saate yakın sohbet ettik. Demokrat Parti felsefesini “hürriyetlerin genişlemesi ve kalkınma” olarak özetleyen Kıratlıoğlu, DP’nin ilk icraatının ezanı aslına çevirmek olduğunu söyledi. 27 Mayıs darbesinin esas sebebinin Menderes’in ABD ve Almanya’da alamadığı yardımı Rusya’dan istemesi olduğuna dikkat çeken Kıratlıoğlu, “Amerika Birleşik Devletleri, Adnan Menderes’in 8 Haziran’da Moskova’ya gitmesini engellemek ve Rusya’ya ticarî münasebetini engellemek için bu ihtilâli yaptırmıştır” diye konuştu. Kıratlıoğlu ile evinde gerçekleştirdiğimiz röportaj ile baş başa bırakıyoruz.
7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, kuruluşundan 4 yıl sonra, 14 Mayıs 1950’de milletimizin yüzde 53 oyunu alarak iktidara geldi. Bu 4 yıl da neler yaşandı. Türkiye 14 Mayıs’a nasıl geldi?
7 Ocak Demokrat Parti’nin kurulduğu tarihte ben Adana Lisesi son sınıfta öğrenciydim. Bir sömestre tatili münasebetiyle, karne tatili münasebetiyle Nevşehir’e geldim. O zaman Nevşehir’den belli başlı ailelerin kimseleri şoför mahallinde gider gerisi de kamyonun arkasında giderdi. Ben de o zaman Nevşehir Müftüsü Kıratlıoğlu Hoca’nın oğlu olduğum için bizi şoför mahalline alırlardı. Ve Niğde’ye gittik. Trende okurum diye istasyonda bir gazete aldım. Gazete manşetindeki, Demokrat Parti’nin kurulduğu havadisini öylece öğrenmiş oldum.
Demokrat Parti’nin kuruluş safhasına gelmeden önce şöyle ona doğru bir yaklaşımda bulunalım. Malûm Demokrat Parti’nin dört kurucusu vardır. Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Prof. Fuat Köprülü. Bunlar o zamanki Cumhuriyet Halk Partisi’nin milletvekilleri ve Celal Bayar da başbakanlığını yapmıştır. Adnan Menderes Amerikan Koleji mezunu. Ankara’ya geldikten sonra da hukuk fakültesini bitiriyor. Fakat Adnan Menderes’in hususiyeti hiç Meclis’in kütüphanesinden çıkmayan ve devamlı surette okuyan bir insan.
O günlerde 1945 yılına doğru Türkiye’de bir takım sıkıntılı durumlar var. Hürriyetin daha belirgin bir şekilde vatandaşa intikal ettirilmesi ve bir de Toprak Kanunu var. Türkiye’de toprağın yüzde 80’i büyük toprak ağalarında ve bu toprağın köylüye dağıtılması şekliyle Toprak Reformu Kanunu çıkarıldı. Ve bu Meclis’te bayağı büyük bir gürültü yaptı sıkıntı yaptı. Ve Meclis’in havası değişti. Bir muhalefet meydana gelmeye başladı. Bu muhalefet havası içerisinde İsmet İnönü bir muhalefet partisinin kurulmasının gerekli olduğunu beyan etti.
DÖRTLÜ TAKRİRLE SERBEST SEÇİMLERİN YAPILMASINI İSTEDİ
Dörtlü takrir nasıl verildi?
Muhalefeti kurmak durumunda olan insanlar da biraz evvel bahsettiğim gibi Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Prof. Dr. Fuat Köprülü bunlar dörtlü takrir diye bir takrir verdiler. Bu dörtlü takrir reddedildi. Toprak Kanunu üzerinde ve ondan sonra hürriyetin tam manasıyla vatandaşa intikal ettirilmesi şekliyle çerçevelenen dörtlü takrir reddedilince şiddetli bir muhalefet başladı. Bu arada Adnan Menderes’le Fuat Köprülü o zamanki Vatan Gazetesi’nde çok ağır yazılar yazdılar. Bu yazıların üzerine yanlarında Refik Koraltan’da var. Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’yü Cumhuriyet Halk Partisi’nden ihraç ettiler. Bunun üzerine Celal Bayar önce milletvekilliğinden sonra da Cumhuriyet Halk Partisi’nden istifa etti.
Ve işte bu hava içerisinde 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu. Bu parti kurulduktan sonra ilk seçimde ki zaten kuruluşundan 4-5 ay sonra seçim yapıldı. DP, bu ilk seçimde 62 milletvekili çıkardı. Gerisini tabiî Cumhuriyet Halk Partisi aldı.
ARSLANKÖY VE SENİRKENT HADİSESİ DEMOKRAT PARTİ FELSEFESİDİR
O seçimde uygulanan seçim sistemi nasıldı?
O zaman seçim kanununa göre oylar açık verilir, tasnif yani sayım gizli yapılırdı. Bu durum karşısında Türkiye’de iki hadise oldu. Birisi Arslanköy, birisi de Senirkent. Bunun birisi Mersin’e bağlı birisi de Isparta’ya bağlı. Bu iki köyün ahalisi sandığı aldılar açıkça oy vermelerine rağmen jandarmaya teslim etmediler. “Sandıkları gözümüzün önünde bizim olduğumuz mekânda sayacaksınız” dediler. .
Bu kabul edilmeyince köylüler sandıkları vermediler. Bunun üzerine o dönem Isparta’da ağır ceza mahkemesi olmadığından Konya’ya ağır ceza mahkemesine sevk edildiler. Ne kadar köylü varsa, çoluk, çocuk, yaşlı, ihtiyar, kadın, kız yayan Konya Ağır Ceza Mahkemesi’ne götürüldüler ve yolda giderken de bunlara çok eziyet ettiler. Affedersiniz eşekle gidiyorlardı. Yolda bu hayvanların gübrelerini bunların ağzına soktular. Çok eziyet ettiler.
Ve o günkü hadise Arslanköy ve Senirkent hadisesi Demokrat Parti felsefesinin vatandaş tarafından nasıl bir iştiyakla nasıl bir arzuyla kabul edildiğinin çok açık bir göstergesidir. Bu arada parti Meclis’e girdi ve ilk sıkıntı 1947 yılı bütçesinde oldu. 1947 yılı bütçesi görüşülürken, sözcü rahmetli Menderes’ti. Rahmetli Menderes çok ağır bir konuşma yaptı ve bunun üzerine Başbakan Recep Peker kürsüye çıktı ve Menderes’e “Sen bir psikopatsın” dedi. Bunun üzerinde Meclis karıştı ve Demokrat Parti Meclis’i terk etti ve DP Meclis’ten çekilme kararı verdi. Sine-i millete dönme tabiri işte o zaman meydana çıktı ve sine-i millete dönme kararı alındı. İsmet İnönü harekete geçti ve Celal Bayar’la görüşerek Bayar’ı ikna etti. O arada Demokrat Parti’nin büyük kongresi toplandı.
DP’NİN KURULUŞ FELSEFESİ HÜRRİYETLERDİR
Bütün bunlar olurken “hürriyet misakı kararı” alındı. Bu karar nedir? DP için bir dönüm noktası mıdır?
Demokrat Parti büyük kongre kararı almasından sonra ‘Hürriyet Misakı’ diye bir karar alındı. Bu kararın içerisinde Demokrat Parti’nin kuruluş felsefesinde öngörülen hürriyetin, insan haklarının, vatandaşın haysiyetinin kanun altına alınması ve devletin garantisi altında olması ve bununla ilgili kanunların çıkarılması vardı. Ve bu arada gürültüler patırtılar başladı ve büyük bir Meclis mücadelesi başlarken İsmet Paşa yine devreye girdi ve Celal Bayar’ı dâvet etti. Celal Bayar’la konuştuktan sonra 12 Temmuz 1948 Beyannamesi neşredildi. Bu beyannameye göre Hürriyeti Misakı kararlarının ilk seçimde dikkate alınacağını ve ilk seçimlerin bu şartlar altında yapılacağı ortaya konuldu. Bunun üzerine buzlar çözüldü ve Meclis’te sükûnet hâkim oldu.
Ama bu sefer Demokrat Parti içerisinde sorunlar vukuu buldu. O zaman Osman Bölükbaşı ve Demokrat Parti İstanbul İl Başkanı avukat Kenan Öner, eski hariciye nazırlarından Yusuf Kemal Tengirşek, Hikmet Bayur ve Fevzi Çakmak, “Bu durum bir muvazaadır. İki parti artık particilik oynuyor, bunlar birbirlerinin ensesinde olmayan, ama birbirlerinin yanında kardeş olan parti oldu” dediler. Ve partiden istifa ederek Millet Partisi’ni kurdular.
Bu durumların neticesinde seçimlere yaklaşırken seçimlerden üç beş ay önce yeni bir Seçim Kanunu kabul edildi. Bu yeni seçim kanununa göre, Yüksek Seçim Kurulu teşekkül ettirildi. Bu Yüksek Seçim Kurulu üyeleri Yargıtay ve Danıştay üyeleriydi ve aynı zamanda gizli oy açık sayım açık tasnif esası kabul edildi. Ve 14 Mayıs seçimlerine bu şekilde gidildi.
14 Mayıs 1950’de, vatandaş yüzde 53’e yakın bir oyla Demokrat Parti’yi iktidara getirdi. Bu Seçim Kanunu görüşülürken Demokrat Parti “nisbî temsili” savundu. Ama bunu Cumhuriyet Halk Partisi kabul etmedi. Ekseriyet sistemi ise bir bölgede bir oy fazla alındığı takdirde oradaki milletvekillerini o parti çıkarıyor. Cumhuriyet Halk Partisi bu nisbi temsili kabul etmedi ve kendi tuzağına düştü. Ekseriyet olduğu için arada uzun boylu bir fark yoktu ve buna rağmen DP’nin karşısında CHP o zaman 64 milletvekili çıkardı. Gerisini tamamen DP aldı.
DEMOKRATİK SEÇİMLE GELEN İLK BAŞBAKAN MENDERES
Seçim olduktan sonra neler yaşandı? Ülke de durum nasıldı?
Seçim sonuçlarına göre Demokrat Parti’nin başkanlığı altında hükümetin kurulması kesinleşti. Bunun üzerine rahmetli Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a çıktı. “Fuat Köprülü’nün başbakan olması hepimizin arzusudur. Bilge kişi, âlim kişi Fuat Köprülü’dür. Onun başbakan olmasını arzu ediyoruz” dedi.
Celal Bayar, Menderes’i dinledikten sonra “Benim başbakanım sensin” dedi. Böylece Adnan Menderes cumhuriyet tarihinin ilk demokratik seçimle gelen başbakanı oldu.
O günlerde Türkiye’nin durumu sıkıntılıydı. Türkiye yeni bir harpten çıkmıştı. O tarihlerde Avusturya’da üniversite talebesiydim. Oradaki demokratik hareketleri de görüyordum, yaz aylarında Türkiye’ye geliyordum. Oradaki durumla buradaki durumu mukayese ediyordum.
Türkiye’nin o günkü şartlarında 1950’lerin başlarında durumu sıkıntılıydı. Asfalt yol yok, hava yolları yok. Ben Viyana’ya okumaya gidiyorum. Viyana’yla Türkiye’nin arasında uçak seferleri yok. Trenle de gitmek dövizle oluyordu. Vapurla İstanbul’dan İtalya’nın Napoli şehrine giderdik. Napoli’den trene biner Avusturya’ya giderdik. Türkiye harbe girmedi, ama harbe girmiş kadar o zamanın şartları içerisinde çok büyük bir ordu besledik. Bütün memleketin geliri orduya gitti. Silâha gitti, ordunun beslenmesine gitti.
O günleri ben hatırlıyorum. Şeker bulamazdık, çayımızı pekmezle içerdik. Tabiî 1947-48’li yıllardan 50’li yıllara gelene kadar ekmek karnesi vardı. Hâlâ o ekmek karnelerini muhafaza eden arkadaşlarımız var. Biz Anadolu’da ekmek karnesinin sıkıntılarını çekmedik. Çünkü Anadolu’da yufka ekmek yapılır, üç aydan üç aya mahallenin hanımları toplanır, “keşik” denen yufka ekmeği yardımlaşma ile yaparlardı. Bu ekmekler üç-dört ay ıslatılarak yumuşatır ve yenilirdi. Şimdi biz böyle alıştığımız için, sıkıntı çekmezdik.
(Devam edecek...) Röportaj: Mehmet Kara / mkara@yeniasya.com.tr - Melih Tekin / melihtekin@yeniasya.com.tr

Demokrasi bayramı

Her milletin ve ülkenin kaderinde dönüm noktası olan günler vardır. 14 Mayıs 1950, Türkiye'de yaşayan insanlar açısından böyledir; bugün demokrasinin doğum tarihidir.
Demokrasi bayramı
4 Mayıs 1950 öncesinde, Türkiye'de, otoriter bir tek parti yönetimi mevcuttur. Bunun anlamı, ülkede, ifade, teşkilatlanma ve teşebbüs gibi temel hürriyetlerin bulunmamasıdır. Bu dönemin Cumhuriyet Halk Partisi, demokratik sistemdeki parti anlamında bir parti olmaktan çok uzaktır. CHP, farklılıkları yok ederek "imtiyazsız, sınıfsız bir kitle" yaratmaya çalışan ve milli şef tarafından yönetilen bir tek partidir.
Tek parti yönetimi döneminde iktisadî gelişme oldukça sınırlıdır. Şehirleşme yüzde18 civarında sabitlenmiştir. 14 Mayıs'ta DP'nin iktidara gelişiyle iktisadi dinamikler harekete geçecek sanayileşme ve şehirleşmede sıçramalar yaşanacaktır. Ankara'daki bürokratlar ve onların taşradaki uzantıları ile onların devlet imkanlarıyla zenginleştirdiği müttefikleri, fakir bir toplumda, debdebeli bir saltanat hayatı sürdürmektedirler... Halkın en temel kaygısı ise karnını doyurmaktır. Kırsal kesimde hayat şartları daha da ağırdır. Mahmut Makal'ın Ocak 1950'de yayımlanan romanı Bizim Köy, milletin efendisi olduğu ilan edilen köylünün nasıl bir açlık ve sefalet içinde yaşamaya çalıştığını anlatmaktadır: "9 Ekim Cumartesi. Birinci dersten sonra çocuklara sırayla sordum. Bu sabah 21 kişi hiçbir şey yemeden aç gelmiş. 10 kişi yavan ekmek dürünüp yemiş. 11 Ekim öğleden sonra: 31 kişi hep karpuz şalağı ile ekmek yemiş.( Cacık: Yabani ot)."
TEK PARTİ DÖNEMİNDE TÜRKİYE
Açlıkla salgın hastalıkların Anadolu'yu kasıp kavurması, hayatı iyice çekilmez hâle getirmektedir. Her yıl on binlerce insan verem, sıtma, tifo, trahom gibi hastalıklara kurban gitmektedir. Hatta mesela Konya'nın Çumra ilçesinde olduğu gibi, bütün ilçe sıtma olduğundan CHP'nin ilçe kongresi bile yapılamamaktadır.
Anadolu içten içe kaynamaktadır. Siyasî ve iktisadî sistemin olduğu gibi muhafaza edilmesi imkânsızdır. Halk değişiklik istemektedir. Halk ekmek, aş ve bunlar için de hürriyet istemekte CHP'nin gazetesi Ulus'un 19 Ağustos 1945 tarihli nüshasında, Türkiye'nin demokrasiye geçmesi istikametinde Demokratik Batı ülkelerindeki beyanlardan duyulan rahatsızlık dile getiriliyordu. İkinci Dünya Savaşının bitmesiyle beliren bu eğilim, CHP'nin içindeki müfritleri rahatsız etmekteydi. Hatta bu çevreler, yeni partilerin ancak CHP'nin bir türevi olabileceğini düşünüyorlardı. Ulus'ta bu rahatsızlık şöyle dile getiriliyor: "Demokrasinin bütün gereklerini yerine getirmeliymişiz. Çünkü zafer tek partili rejimlere karşı demokrasiler tarafından kazanılmış imiş. Peki ama, Rusya kaç partili bir demokrasi idi? Büyük Millet Meclisi rejimi kalacaktır. Türk demokrasisi onun disiplini ve kanunları içinde gelişecektir. İkinci, üçüncü, dördüncü parti, hepsi yalnız bu amacı güttükleri zaman ve ancak bu amacı güttükleri zaman ve ancak bu amacı güttükleri kadar itibar bulacaklardır. Sözün kısası bu!"
Bu bakımdan 1946'dan sonra kendiliğinden ve sadece İnönü'nün isteğiyle demokrasiye geçildiğini zannetmek yanlış bir düşünce olacaktır. İsmet İnönü, halktan yükselen bu tepkiler karşısında, adeta vadelerinin dolduğunu anlamış ve geçiş sürecinin demokratik bir şekilde olmasını temin etmeye yönelmiştir. Bütün bunlara bir de uluslararası sistemdeki değişme ve gelişmeler eklenince tek parti rejiminin eninde sonunda devrileceği bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Rejim değişmelidir. Ama hangi istikamette? Türkiye'nin önünde iki yol vardır: İlki, totaliter sosyalist bloğun bir parçası olmaya yönelmek; ikincisi, demokratik batının bir parçası olmaya yönelmektir.
Hem iktidarın hem de 1946'dan itibaren ortaya çıkan muhalefetin Batı bloğunda yer almayı istemesiyle, Türkiye'nin nereye yöneleceği anlaşılır. İstikamet Batı'dır. Böylece rejimin de demokrasi yönünde değişeceği anlaşılmıştır.
Türkiye'nin tek parti diktatörlüğünden çıkıp demokrasiye geçmesi, her şeyden önce, "milli şef" adıyla anılan kişinin, iktidar makamından gönüllü olarak vazgeçmesine bağlıdır. Elbette İnönü'nün korkuları vardır. Etrafındaki bazılarının korkuları daha da derindir. İnönü'nün çok partili hayata geçme arzusu, CHF içinde çalkantılara yol açar ve parti, Islahatçılar ve Müfritler olarak ikiye bölünür. Müfritler, İnönü'yü kararından vazgeçmesi ve tek parti diktatörlüğünü sürdürmesi için zorlarlar. Ancak, diğer taraftan, hem muhalefet hem de sivil toplum şekillenmekte ve kuvvetlenmektedir. Tek parti yönetiminin sürdürülmesine imkan yoktur. Ve İnönü bunun farkındadır.
SEÇİM SONUÇLARI: 
BEYAZ İHTİLAL
Bir taraftan demokrasiye geçişin alt yapısı hazırlanırken, diğer taraftan siyasî tartışmalar iyice ateşlenir. Demokrasinin alt yapısını hazırlamada en önemli adımlardan biri yeni bir seçim kanunu çıkarılmasıdır. 1946 seçimleri, demokratik bir seçim olacağı iddiasıyla yapılmış, ama açık oy gizli sayım ve sayılan oyların derhal imhasıyla bir skandala dönüşmüştür. Aynı seçim yolsuzluklarının tekrarlanması Türkiye'yi vahim badirelerin ve iç çatışmanın içine atacaktır. Bu yüzden Hür Fikirler Cemiyeti'nde teşkilatlanan liberallerin ve muhalefetin de katkısıyla yargı denetiminde seçimi öngören bir seçim kanunu çıkarılır. Seçim eşit, genel oy ilkesine uygun olarak ve basit çoğunluk sistemiyle yapılacaktır. Artık Türkiye tarihi bir olaya gebedir: "Yeter Söz Milletindir!" şiarıyla 14 Mayıs'a, yani, seçim sandığına yürünmektedir...
CHP tepetaklak oldu; Demokrat Parti bütün yurtta seçimleri kazandı. Bu rahmetli Refik Koraltan'ın o günlerde söylediği gibi 'Tam bir beyaz ihtilaldir'di. İhtilalciler beyaz elbiselerine hiçbir leke sıçratmadan sandıkların içinden çıkmış Ankara sokaklarını doldurmuştu. Herkes birbirini öpüyor, kucaklıyor, tebrik ediyordu. Bütün yurtta şenlikler başlamıştı.
Halk Partisinin içinden bir grup ise, 14 Mayıs seçim sonuçları üzerine, tarihçi Toynbee'nin demokrasinin bir protestan-hıristiyan rejimi olduğu, Müslümanların demokrasiyi başaramayacakları iddiasını aktararak İnönü'den eski rejime dönmesini istemişler; ancak İnönü, bu görüşü taassup olarak nitelendirerek Türk milletinin demokrasiyi mutlaka başaracağında ısrar etmiştir. Bu şekilde Türkiye 14 Mayıs 1950'de demokratik bir siyasi iktidar değişimi başarmıştır. Bu tarihi günün AK Parti başta olmak üzere demokrat çevreler tarafından layıkıyla anlaşılıp hatırlanmaması, siyasetteki hafıza kaybının vahametini ortaya koyuyor. (Yeni Şafak | Murat Yılmaz | 14 Mayıs 2008, 0:00)
* Dr., Siyaset Bilimci (muratyilmaz67@yahoo.com)

14 Mayıs 1950: (Milli İradenin Zaferi) Beyaz İhtilal ve Demokrasi Bayramı

14 Mayıs 1950: Beyaz İhtilal ve Demokrasi Bayramı


14 Mayıs 2012, Pazartesi
II. Dünya Savaşı, savaşa girmemiş Türkiye'yi savaşa katılmış gibi derinden etkiledi.
Ekonomik, sosyal ve siyasal yapıda pek çok sorunlar çıktı. Bunun üstüne uluslararası gelişmelerin de etkisiyle Türkiye çok partili hayata geçiş hazırlığına başladı. 1946 seçimlerinin (Açık oy-Gizli tasnif yöntemiyle birlikte pek çok suiistimaller olmuştu) siyasetimizde kara bir leke gibi durması, gözleri 14 Mayıs 1950 seçimlerine çevirdi. VIII. Dönem Meclisi, çalışmalarını 24 Mart 1950'de tamamlarken genel seçimlerin 14 Mayıs 1950'de yapılmasına karar vererek, CHP ile DP arasındaki siyasi yarışı başlattı. CHP ile DP arasında (yer yer bürokratik hazımsızlıktan kaynaklanan sıkıntılar olsa da) sağduyulu bir seçim süreci yaşandı. 14 Mayıs'ta herhangi bir seçim ihlali yaşanmadı.

Oy verme saati sona erdiğinde CHP ve DP'de büyük bir merak ve endişe hâkimdi. Öncelikle yakın bölgelerin ve köylerin sonuçları gelmeye başladı. Seçim bürolarına ulaşan ilk sonuçlara göre CHP, az farkla da olsa önde görünüyordu. Lakin gece yarısına doğru gayri resmi sonuçlar açıklanmaya başladığında gerçek anlaşıldı. DP, büyük bir zafer kazanmıştı. En iyimser tahminlerde bile kimse DP'nin bu kadar büyük başarı kazanacağını beklemiyordu. Ankara'da büyük bir siyasi deprem yaşandı.

Seçim sonuçlarının belirmesiyle birlikte asker arasında bazı güçler, durumdan vazife çıkararak harekete geçtiler. 14 Mayıs gece yarısı I. Ordu komutanı Çankaya'ya çıkarak "seçimlere hile karıştırıldığı" iddiasına sığınarak DP iktidarını engellemeyi teklif eder, fakat Cumhurbaşkanı İnönü, askerin bu önerisine sıcak bakmaz. Haber DP'li yöneticilerin de kulağına gider ve on yıl sürecek bir endişe ortaya çıktı. Siyasetimizde asker faktörü ilk kez bu kadar önemli oluyor, ilk kez bu şekilde kendisini gösteriyordu.

CHP, 1946 yılında çok partili hayata geçmiş fakat tek parti yönetimine ait hukuki hazırlıkları ve kurumsal düzenlemeleri yapmamıştı. Bir anlamda CHP, 14 Mayıs seçimlerinden sonra da iktidarını sürdüreceğini düşündüğünden muhalefetin varlığına yönelik hiçbir çaba göstermemişti. 22 Mayıs'ta muhalefete düşen CHP, hazırlıksız ve oldukça şaşkın bir durumdaydı. Ayrıca CHP'nin hazırlattığı seçim kanunu marifetiyle % 53 oy alan DP, Meclis'in % 84'üne, CHP % 39 oy oranı ile Meclis'in % 14'üne sahip olması, ülkede yeni bir tek parti idaresi oluşturmaya son derece müsait bir zemin oluşturdu. Bir anlamda bu kadar güçlü bir iktidar CHP tarafından kendisi için düşünülmüştü, fakat 14 Mayıs hesapları bozdu.
14 MAYIS BİR ZİHNİYET DEVRİMİDİR
14 Mayıs seçim sonuçları neticesinde halkta büyük bir ümit ve iyimserlik, DP ve taraftarlarında coşkun bir sevinç vardı. Bazı CHP'li idareciler, DP yönetiminin sağduyulu tavrına rağmen, DP taraftarlarının sevinç gösterilerinden rahatsız olarak çeşitli şikâyetlerde bulunmuşlar ve DP'lilerin sevinç gösterilerini sınırlandırmalarını istemişlerdi.
CHP'lilerde, 14 Mayıs'ta bir yanlışın yapıldığı veya halkın aldatıldığı düşüncesi hâkimdi. İlk seçimlerde (3 Eylül 1950 yerel seçimler) yanlışlık düzeltilecek ve erken genel seçimlerle CHP iktidarı geri alacağı beklentisi içerisindeydi. CHP'li H.Cahit Yalçın'a göre; "14 Mayıs'ta başlayan şey demokrasi değil, hayal sukutudur. Gün geçtikçe bu hayal sukutu genişliyor ve derinleşiyor. Daha şimdiden efkâr-ı umumiyede pişmanlık el ile tutulur hale gelmiştir." Oysa 3 Eylül yerel seçim sonuçları da 14 Mayıs sonuçlarını tasdik eder nitelikte çıkacaktı.
DP'nin bu kadar büyük bir zafer kazanmasının birçok sebebi vardı. Bu durumun ortaya çıkmasında; CHP'nin uzun süredir ülkeyi tek başına yönetmesinden kaynaklanan iktidar yorgunluğu, DP'nin daha evvelki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası örneklerinden aldığı dersler ile halkın nabzını iyi tutarak izlenen akıllı bir seçim stratejisi sayılabilir. Dönemin üst düzey bazı CHP'li idarecilerinin, bu durumu konjonktürel gelişmelerle açıklayarak DP'nin çabasını ve başarısını görmezlikten gelme çabası içerisine girmeleri doğru değildir.
İktidarın demokratik şekilde değişmesi DP kurucusu Refik Koraltan'a göre "tam bir beyaz ihtilal"di. Halide Edip Adıvar da 14 Mayıs seçim sonuçlarından oldukça etkilenmiş, 14 Mayıs'ın "Demokrasi Bayramı" olarak kutlanmasını istemişti. 14 Mayıs için; "Beyaz", "Kansız İhtilal" veya "Demokra­si Bayramı" gibi tanımlamalar da yapılmaktadır. Menderes de 14 Mayıs'ın son derece önemli bir gün olduğunu düşünerek, "Bir devre son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihi bir gün olarak daima anılacaktır." demektedir.
DP'lilerin tarifini ve tanımını yapmakta zorlandıkları 14 Mayıs hakkında, CHP'li kalemler önceleri sessizliği tercih ederler. 14 Mayıs hakkındaki övgü dolu ifadelerden rahatsız olan Hüseyin Cahit Yalçın, "Hakikat şudur ki ortada cidden beyaz, pembe hiçbir ihtilal yoktur" diye yazdı. 14 Mayıs'ın yabancı basında değer görmesi, ülkede ilgi görmesi üzerine Hüseyin Cahit Yalçın zamanın da etkisiyle daha sağduyulu bir yaklaşımla, "14 Mayıs bizleri birbirimizden ayıracak bir gün değil, bilakis bizleri aynı idealin, aynı imanlı mücahitleri halinde birleştirecek mesut bir gündür." dedi.
14 Mayıs 1950 seçimlerinin özellikle sonuçları ve siyaset üzerindeki etkileri düşünülürse son derece önemli bir değişim ve dönüşüm noktası olduğu bir gerçektir. Yalnız Menderes'in iddia ettiği gibi "inkılâp" olduğu tartışılabilir. Zira seçimler neticesinde sistem ya da rejim değişikliği meydana gelmediği gibi, 22 Mayıs'ta iktidarı devralan isimler ortalama en az 15 yıldır siyasetin içerisinde yer alan ve CHP'de çeşitli sorumluluklar üstlenmiş kişilerdi.
14 Mayıs, bir zihniyet devrimidir. Aslında inkılâbı merkezde değil, taşrada aramak gerekir. DP ile siyasete giren yeni insanlar ve taşralı orta sınıf, yerel ve ulusal yönetime talip olmuş ve Ankara siyasetine yeni bir soluk, yeni bir heyecan getirmiştir. (CHP'liler ve CHP'ye yakın kalemler bu insanları "çarıklılar", "Hasolar, Memolar" diyerek küçümsemişlerdi.)
14 Mayıs'la birlikte; halkın önemsendiği, değerlerinin göz önüne alındığı ve halk eksenli yeni bir anlayış doğdu. Öyle ki cumhurbaşkanının Çankaya'dan inerek halkın arasına karışması, halka kulak vererek isteklerini dinlemesi oldukça önemliydi. Halk yeni dönemi ve yeni dönemle birlikte değişimin, dönüşümün sembolü olarak DP'yi gördü ve sevdi. DP ve Genel Başkanı Adnan Menderes, halkla çok iyi bütünleşti. Menderes, Ankara siyasetinden ve CHP muhalefetinden bunaldığı her an kendisini kalabalıkların ortasına attı. Halk Menderes'i bağrına bastı ve DP'yi son ana kadar destekledi.
15 Mayıs'ta kimse ne yapacağını bilmiyordu. İktidar için teşekkül ettirilmiş CHP, tek parti devrine göre yetiştirilmiş basın, CHP'nin birer organı haline gelmiş bürokrasi ve devlet ile İnönü'yü özdeş gören askeriye. Türkiye, böyle bir değişime ne kadar hazırdı? CHP'liler de bu durumun farkında ve aşırı bir özgüvenle, DP'nin ülkeyi altı ay bile yönetemeyeceğini düşünüyorlardı.
CHP, çok partili hayata uyumda zorluk çekti. Emekli diplomatlar, paşalar ve yargı mensuplarıyla olan iletişimi devam etti. CHP, bürokrasiyle olan bağını kuvvetlendirerek sürdürdü. 1950 seçimlerinde yaşanılan mağlubiyet 1954 seçimlerinde hezimete dönüştü. Genel Başkan İnönü, bir yanda iktidara karşı diğer yanda partisi içerisinde büyük mücadele verdi. Zira 1954 seçimlerinde CHP'nin yaşadığı mağlubiyet, CHP'lileri büyük hayal kırıklığına uğratmanın ötesinde ümitsizliğe düşürdü. Öyle ki birçok CHP mensubu, partinin kapatılarak siyasetten çekilmesini bile teklif etmeye başladı.
DEMOKRAT PARTİNİN SEÇİLMESİ 27 MAYIS'I TETİKLEDİ Mİ?
14 Mayıs ne kadar önemliyse siyasi tarihimizde, 27 Mayıs da o kadar önemlidir. Öncelikle sonuçları itibarıyla birbirinin zıddı olan bu günler sebep-sonuç itibarıyla da birbirlerine bağlıdırlar. 27 Mayıs'ın sebeplerinin oluşmaya başladığı gün 14 Mayıs seçim gecesi askerin durumdan vazife çıkarmasıdır, 29 Mayıs 1950 Menderes'in ilk hükümet programını Meclis'te okumasıdır. CHP uzantısı bürokrasinin tasfiye edilmesidir.
DP iktidarıyla birlikte sosyal ve siyasal yapıda meydana gelen gelişmeler, güç dengelerinde meydana gelen gelişmeler, basının-muhalefetin tek parti dönemini unutarak adeta yeni bir sayfayla yeni bir dönemin başladığını düşünerek hükümete karşı amansız eleştirileri siyasi huzursuzluklara sebep oldu. DP iktidarının özellikle 1954 seçimleri sonrasında gerek şiddet eğimli politikaları, DP içerisindeki bölünmeye ve ülkedeki kutuplaşmanın derinleşmesine yol açtı. Bu durum, gerginliğin tırmanmasına ve siyasi huzursuzlukların krize dönüşmesine sebep oldu.
İsmet İnönü gibi Milli Mücadele'de en önde yer almış, Lozan'da bulunmuş, yıllarca başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış bir liderin ülke üzerindeki etkisiyle, DP iktidarı kendisini hiçbir zaman güvende hissetmemişti. Bu durumu, 6 Haziran 1950'de bir albayın ihbarıyla bir anda ordu üst düzey komuta kadrosu emekli edilirken veya 9 subay hadisesinde veya 21 Mayıs 1960 Harbiye yürüyüşünde görmek mümkündür. Menderes, bilinçaltında İnönü ve asker fobisini hissetse de Mehmetçiğin kendisine silah çevirebilmesine hiçbir zaman ihtimal vermedi.
27 Mayıs'a gidilirken DP'nin pek çok hataları vardır. Bu yanlışlar Yassıada mahkemesinde detaylı bir şekilde araştırılmış ve yargılamalar yapılmıştır. Bedeli her ne pahasına olursa olsun ödenmişti. Peki, bu süreç içerisinde CHP nerede? Tahkikat Komisyonu'na CHP'nin bu kadar tepki göstermesi normal midir? DP'nin karşısında basının-bürokrasinin-üniversitenin ve ordunun ittifak ederek mücadele etmesi 27 Mayıs'ın neresindedir?
27 Mayıs'la birlikte on yıllık DP dönemi sona erdi. Lakin siyasetimizdeki huzursuzluklar bitmedi. Ülke, askerî müdahaleler, cuntalar, idamlar, muhtıralar ve iç savaş ihtimaliyle karşı karşıya geldi. Süreç her on yılda bir askerin siyaset üzerine çökerek vesayet rejimini alışkanlık haline getiren yeni bir gelenek başlattı.
Günümüzde pek çok insanın alkış tuttuğu 1961 Anayasası, bu şartlar altında hazırlandı. DP'liler ve DP'ye gönül veren geniş halk kitlelerinin temsil edilmediği bir komisyon tarafından hazırlanan 1961 Anayasası'nın, demokratik ve özgürlük yönü de tartışılabilir. Bürokrasi bünyesinde yapılan tasfiye ile devlete sahip olanlar kendi iktidarlarını baki kılacak adımlarla ülkenin demokratik zeminini kaydırmışlar ve bugüne kadar devam eden siyasi ve hukuki sorunların temelini oluşturmuşlardır.
14 Mayıs'ın açtığı yeni anlayış yani "Beyaz İhtilal" 27 Mayıs ihtilaline kadar önemini korudu. 27 Mayıs ile birlikte siyasette yeni bir dönem ve yeni bir bayram; Hürriyet ve Anayasa Bayramı kutlanmaya başladı. 27 Mayısçıların bayramı da bir başka askerî müdahale ile 12 Eylül 1980 darbesiyle son buldu.
*Yrd. Doç. Dr., Siirt Üniversitesi Öğretim Üyesi, "Türk Siyasi Tarihinde Adnan Menderes" kitabının yazarı

9 Mayıs 2015 Cumartesi

TÜRKMEN REKTÖR'ÜN İSTİFASI CEBREN, TEHDİT VE SİLÂH ZORUYLA ALINDI

Barzani ve Talabani'yi DOST edinenler KAHROLSUN!... "Silâhla İstifası Alınan Türkmen Rektör!..."

Kalleş, ihanet şebekesi, işbirlikçi zalim, hain düşman barzani'ler ve Silâhla istifası alınan Türkmen rektör faciası!..
Riyaz SARIKÂHYA ve Ahmet TAKAN
Ahmet TAKAN
Seçim gündemli iç kavgalarla meşgulüz!.. Kan çanağına dönen yakın coğrafyamızda Türkmenlerin perişan halini, devam eden Türk soykırımını yine ıskalıyoruz. 
Ankara oldum olasıya kapı duvar.
Sessiz sedasız bir yiğit dava adamı geldi Irak’tan önceki gün başkente. Çeşitli temaslarda bulundu. Geldiği gibi sessiz sedasız gece yarısı da ayrıldı öz vatanından. Bir fırsat buldu YENİÇAĞ’ı ziyaret etti. Türk dünyasının en büyük gazetesine, avazına, teşekkür etti. Türkmeneli’nin acılarını anlatmaktan çayını yudumlayamadı. Sinsi oyunun acı gerçeklerini dile getirdikçe Ankara’da yaşayan bir Yörük olarak ezildim büzüldüm. Ne demek istediğimi anladınız!.. Türkmeneli Partisi Genel Başkanı Riyaz Sarıkahya ile yaptığımız geniş söyleşiyi 2-3 günlük dizi halinde sizlere aktaracağım. 
Önce söyleşinin flaşı;
Riyaz Sarıkahya, Kerkük Üniversitesi’nin Türkmen Rektörü Abbas Taki’nin, Barzani güçlerince silah zoruyla televizyonda canlı yayına çıkartılarak istifa ettirildiğini söyledi. Sarıkahya, Türkiye dahil hiç kimsenin de buna ses çıkartamadığını kaydetti.
10 ay öncesinden anlatmaya başladı Riyaz Sarıkahya;
“Geçen sene Haziran ayında IŞİD örgütü Irak’ın yüzde 40 toprağına el koydu. Bunu da 3-4 gün gibi kısa süre içerisinde yıldırım hızıyla yaptı. Bu da gösterdi ki büyük bir senaryonun yeryüzünde uygulanmasıdır. Irak ordusu ve Irak devleti, IŞİD örgütüne hiç karşı koymadı, hemen  teslim etti. Hatta Irak Savunma Bakanı, bizim milletvekili kardeşimize  demiş ki; ’27 milyar dolarlık silah, Irak ordusundan IŞİD örgütünün eline geçti.’En azından ordu çekilirken kendi silahını yok eder.  Bankada milyonlarca dolarlık paralar kaldı. Demek ki; büyük bir senaryo. Irak’taki birçok politikacı da bu işin uygulamasında rol aldı.  Farklı farklı roller aldılar. 
IŞİD’in bölgede Irak’ı yeni baştan yapılandırmaya yönelik bir olgu olduğu, bunun en etkin bir araç olduğu artık gözden kaçmamaktadır. IŞİD gelirken Sünni bölgede aylarca ortam hazırlandı. IŞİD gelince halk da IŞİD ile birlikte hareket etti. Polis silahını bıraktı asker de geri çekildi. 
ABD diyor ki; ’Irak 3 bölge olarak yapılandırılsın.’ Irak’ın yeni baştan bölgesel yapılandırılmasına biz Türkmenler olarak prensipte karşı değiliz. Tabii Türkmenler de göz ardı edilmezse eğer. Yani Arap, Kürt, Türkmen, Şii, Sünni böyle bir yapılanmaya gidilirse karşı değiliz. Ama sadece ana unsur olarak Irak anayasasında da Türkmenleri göz ardı ederek, 2 unsur olarak Irak’ın yapılandırılması, Türkmenlerin yok olması demektir. 3 milyon Türkmen’in yok olması demektir. Bin yıldır orası bizim yurdumuz. Onun için, bu şekilde bir yapılanma bizim için ölüm fermanıdır. Böyle değerlendiriyoruz. Türkmenlerin de tabii ki çıkarını gözeten diğer milletler ile birlikte yeni projelere biz açığız. Bizim de önerimiz var elbette; Kürdistan’ın yanında bir Türkmeneli bölgesinin kurulması. Türkmenler için bu hayati bir ehemmiyet taşımaktadır. Çünkü Irak devletinin 95 yıllık bir tarihi var. Bu bölge içinde bu tarih içerisinde Türkmenlerin yüzde 50’si asimile oldu. Ama Türkmen bölgesi oluşturulursa bu bölge tabii eğitimde, dairelerde Türkçe konuşacaklar, asimile olma şansımız çok daha azalacak. Kaldı ki bugün Kürdistan’daki bir çok Kürtçü partiler de Türkmeneli bölgesindeki topraklarımıza göz dikmektedirler. Çünkü toprağımızın altında petrol var. Bu yüzden de bir an önce bölgelerimizi Kürtleştirmek yönünde projelerini uygulamaya döküyorlar.”
Bu söylediklerine biraz daha açıklık getirmesini istedim Sarıkahya’dan;
 “Kerkük; düşününüz bundan 12 sene önce yüzölçümü şehir olarak 16 kilometrekareydi. Nüfusu da 850 bindi. Şimdi nüfus 1 buçuk milyon, yüzölçümü de 40 kilometrekare kare oldu. Bu ilavelerin hepsi Kürt’tür, dışarıdan gelen Kürtler. Kerkük’ün kuzey bölgesini bir de doğu bölgesini, Süleymaniye, Erbil’den bağlantısı olan bölgeler Kerkük’ten daha fazla arttı. Bazı Kürtler hatta Türkiye’den, İran’dan da gelip yerleştirildiler. Çünkü Kerkük’ün petrolü çok önemli bir yer tutmaktadır Orta Doğu için. Bize göre de Kerkük salt bir Türkmen şehriydi ama şimdi demografik değişim, Saddam da yıllarca Araplaştırmak için Arap getirdi. Kürtler de son yıllarda 12 sene içerisinde çok sayıda Kürt’ü getirip Kerkük’e yerleştirdiler. Bizim dışarıdan getirecek Türkmenimiz olmadı. Her bölgemiz, kritik hassasiyet vardı diğer şehirlerde. Telafer’de öyle, Erbil’de öyle. Bizim Kerkük’e bu insanları transfer etme şansımız olmadı çünkü bu imkân da ister. Devletle orada yönetimi kontrol ederseniz bunu yaparsınız. Kaldı ki, bu dönem içerisinde bütün Kerkük’teki kamu kuruluşlarının hepsini Amerikalılar, gelir gelmez Kürtlere verdi. 12 tane ana kuruluş var Kerkük’te. 
İki üç gün önce bir hadise yaşandı Kerkük Üniversitesi’nde!.. 
Geçen hafta bir Türkmen rektör yardımcısının rektörlüğü onaylandı Başbakanlıktan. 3 gün önce Kürt bölüm başkanını kendisi ile birlikte Kürt partilerin gençlik şeyi ile televizyonda götürdüler adamı (Abbas Taki) silah zoruyla istifasını aldılar, görüntüsünü de verdiler. Adam istifa etti. Tabii silahı televizyonda göstermediler adam ’ben istifa ettim’diyor. Ama tabii kamera arkasında silah var. Abbas Taki, Türkmen kardeşimizi, Irak Yükseköğretim Bakanı Hüseyin Eş Şehristani atamıştı. Ne Türkmen hareketi ne Bağdat’taki Şii hareketi, Irak devleti, ne Türkiye’nin ağırlığı. Bir adamı 3 günden fazla rektör tutmaya yetmedi. Demek ki Türkmen toplumu şu anda tehlikededir. Bir çok iş adamı dedi ki; biz de neyimiz varsa ucuza satıp gideceğiz, bölgede kalmayız. Demek ki sıra yarın bize gelir.” 
Bunu yapan Barzani’ye bağlı güçler mi?
 “Birlikte yaptılar. Vali izne gitti. Amerika’da zaten şu anda. Vali yardımcısı Arap. Aramışlar vali yardımcısını. O da polis müdürünü aramış, o da ’biz önleyeceğiz, bir şey yok ortada’ demiş. Hepsi tiyatro. Sonra facebookta da yayınlandı gizli görüntüleri. Kürtler silah zoruyla adamı görevden aldılar.” (KİŞİSEL GELİŞİM; Ahmet TAKAN, 08 Mayıs 2015)

8 Mayıs 2015 Cuma

ÜRETMEK YASSAH, HEMŞERİM!... // HABER & MAKALE

ÜRETMEK YASSAH, HEMŞERİM
Nevzat LÂLELİ 
HAY-DER 
Hayırda Yarışanlar Derneği Genel Başkanı
HABER & MAKALE: 
            (Nereye gidiyoruz yazı serisi) 
           Yeryüzünde üretimin yasak olduğu tek ülke var. Bakın, üretim yapılmıyor veya yapılamıyor demiyorum, üretim yasak diyorum. Özellikle her şeyin özü olan tohum üretimi… Bu ülkede bir şey üretirseniz size ceza verirler ve “Neden bizim koyduğumuz yasağı deldin? Al sana ceza…” derler. Önce üretimin değerini anlamalıyız ki üretim yapılmazsa ne olur, daha iyi anlaşılsın.
Üretim, kendimizin veya toplumun ihtiyacı olan bir maddeyi emek ve sermaye vererek hazırlamaktır. Bu madde bazen can alıcı öneme sahip de olabilir. 
Bizim toplumumuzda ekmek, yenmeden olmayan bir nesnedir. Ekmeğin sofralarımıza gelebilmesi ve yenecek duruma gelebilmesi için onu üretmek gerekir. Ne kadar dua edersen et, eğer üretimin zahmetini çekmezsen o ekmek sofraya gelmez ve başta kendimiz, sonra çoluk çocuğumuz olmak üzere hepimiz açlıktan ölürüz. Gerçi İngiliz kraliçesi, sarayın penceresinden bakarken meydanda toplanan ve miting yapan kalabalığı görünce yanındakilere, “Bunlar ne yapıyorlar böyle? Ne istiyorlar?” diye sormuş. Yanındakiler; “ Kraliçem, bunlar İngiliz çiftçileridir. Ekmek istiyoruz, diye bağırmaktadırlar” diye bilgi vermiş. Sarayda yaşayan ve hayatın zorluklarını bilmeyen kraliçe bu sefer yanındakilere kendi hayat standardında bir cevap vermiş. “Ekmek yoksa pasta yesinler” deyivermiş. Millet olarak bizim, “ekmek yoksa pasta yemek gibi bir lüksümüz yok” onun için mutlaka ekmeğe erişmemiz gerekir.
ÜRETİM İÇİN ÇALIŞMAK LAZIM
Bir şeyin üretimi için önce çalışmak o şeyin tohumunu ekmek, dikmek, gübrelemek, sulamak, yabani otları temizlemek gerekir. Sonra hasat için güneşin en sıcak olduğu bir zamanda ekini biçmek, onun sap ile danelerini birbirinden ayırmak yani harman yapmak gerekir. Bununla da iş bitmiyor. Sonra buğday tanelerinin değirmenlerde öğütülerek un haline getirilmesi, içinden buğdayın kabuğu olan kepekle buğdayın içi olan unun ayrılması gerekir. Daha sonra da fırında unun hamur haline getirilmesi, hamurun ekmek şekline sokulması ve fırında yüksek sıcaklıkta pişirilmesi gerekir. Üretim için yatırım yapmak gerekir. Üretim için riziko taşımak gerekir. Yani tohumu toprak çürütebilir. Yağmur yağmayabilir veya çok yağarak sel haline gelir ve tarladaki ekini siler süpürür. Ayrıca ekini yabancı otlara boğdurmamak, kuşlara ve çekirgelere karşı da korumak lazımdır.
Buna mukabil üretim, insanın şahsiyetini (kişiliğini) korur. Onun başkasına muhtaç olmasını önler. Üretim, bir insanın el emeği göz nurunun karşılığı almış olmanın büyük hazzı ve mutluluğu yaşamasını sağlar. Üretim, borçtan kurtulmanın ve varlığa kavuşmanın kapısını açar. Üretim, başkalarına iyilik yapmanın da ilk şartıdır. Öyle ya, ancak varlığı olan bir insan başkalarına yardımcı olabilir, hayır ve iyilik yapabilir. Ülkede üretim arttıkça, üretim fazlalığının yurt dışına satılması yani ihracatın artması ve ithalatın (dış alımın) azalmasını sağlar. Bu gün karşımızda bir kara delik olan “dış ticaret açığı” yani ihracat ve ithalat arasındaki açığın kapanmasını sağlar. Yoksa borç al, nefes al mantığı ile sadece köle olunur. Velhasıl (özetle) üretim, insanlıktır. Üretici, alnı öpülecek insandır. Her türlü desteğe ve her türlü teşvike layık olmaktadır.
ÜRETİMİ YASAKLAMAK CİNAYETTİR
Çalışmadan kazanmak, terlemeden yemek, üretmeden zengin olmak, ihracat yapmadan borçtan kurtulmak, ithalatı önlemeden bağımsız kalabilmek mümkün değildir. Evet, değişmez kaide şu dur ki; “Borç alan, emir alır.” 2006 yılında AKP hükümeti 3555 sayılı bir kanun çıkarır. Bu kanunda “tohum üretimi yasaklanır ve üretene ağır cezalar getirilir” Ve denir ki, “Vatandaş… Ürettiğin tohum sertifikalı veya tescilli olacak” Yani ben, senin tohum üretmene izin vermiyorum. Çünkü sertifika almanın şartlarını ben belirliyorum, denir. İşte bu kanunun basına intikal eden bir uygulaması İzmit’te yaşanmış ve dört adam tohum üretmemiş ama dondurma yapabilmek için salep tohumu toplamış. Vay sen misin bu tohumları toplayan… Vurun abalıya… Salep toplayan her bir kişiye 38’er bin lira olmak üzere toplam 152 bin TL para cezası uygulanacağı ifade edilmiş.
Haber, DHA (Doğan Haber ajansı) tarafından basına servis edilmiş ve haber Milli Gazetenin 1.Mayıs.2015 tarihli sayısında yayınlanmış. Haber aynen şu şekildedir. “İzmit’te ormanlık arazide kendiliğinden yetişen ve ekolojik denge için toplanması ve satılması yasak olan, salep ve dondurma imalatının hammaddesi olarak da kullanılan yabani orkide tohumlarını toplayan 4 kişi, gözaltına alındı. Yanlarında 20 kilo orkide çiçeği tohumu ele geçirilen bu kişilere, yasa gereği 38’er bin lira olmak üzere toplam 152 bin TL para cezası uygulanacağı bildirildi.
            Jandarma yetkililerinden yapılan açıklamaya göre, İzmit’in Gökçeören Köyü Sadıklar mevkiinde bazı kişilerin ormanlık arazide, toplanması ve satışı yasak olan, endemik bitkiler arasında yer alan yabani orkide tohumlarını topladıkları ihbarı yapıldı. Olay yerine giden Jandarma ekipleri, arazide T.K., H.K., M.B., ve İ.H.’yi yakaladı. Yanlarında bulunan torba ve poşetlerde de koruma altında bulunan ve ekolojikdenge için toplanması ve satılması yasak olan, salep içeceği ile dondurma imalatının hammaddesi olarak kullanılan yabani orkide çiçeği tohumları bulundu. Bu kişiler gözaltına alınırken, yanlarındaki torbalarda yaklaşık 20 kilo yaban orkidesi tohumu olduğu tespit edildi. Tohumlar ve bu kişiler idari para cezası uygulanmak üzere olay yerine çağrılan Kocaeli Orman ve Su İşleri Müdürlüğü koruma memurlarına teslim edildi.