Müslümanlar, Hindular ve
köpekler…
(Cemal Tunçdemir)
HİNDİSTAN İLE PAKİSTAN'IN İKİ DEVLET HALİNE GETİRİLMESİ
1940’lı yılların sonunda Lahor Tımarhanesinin bir
köşesinde bir grup deli toplanmış hararetli bir tartışma içindedir. Söylentiye
göre Hindistan ve Pakistan diye iki ayrı devlet oluşturulmuş ve bu iki devlet,
‘sınırın yanlış tarafındaki’ tımarhanelerde bulunan delilerin, ‘doğru
tarafa’ gönderilmesi konusunda da anlaşmıştır. Buna göre Müslüman deliler
Pakistan tarafına Hindu ve Sih deliler de Hindistan tarafına
nakledilecektir.
Bu söylentinin kulaklarına ulaştığı delilerin kafası
karışmıştır. Çünkü yurtlarının bölünüp de iki ülke haline gelmesi akıl alır bir
durum değildir. Üstüne bir de insanların, sırf dini kimliğine bakılarak, doğup
büyüdükleri memleketlerinden başka bir yere zorla gönderilmesini delilere izah
edebilmek nerdeyse imkansızdır.
Tımarhanedeki görevliler de olan bitenin cahili olunca
işler daha da sarpa sarar. Kimse gerçekte ne olduğunu da tımarhanenin o anda
hangi ülkede kaldığını da bilmez. Eğer şu anda Hindistan’da iseler Pakistan
neresidir? Eğer şu anda Pakistan’da iseler Hindistan neresidir?
Delinin biri korkuyla bahçedeki ağaca tırmanır ve bir
türlü inmez. Görevliler aşağı indirmek istedikçe daha yukarılara tırmanır. ‘’Ne
Hindistan’da ne de Pakistan’da yaşamak istemiyorum, ben bu ağaçta yaşamak
istiyorum!’’ diye bağırır.
Aşkına karşılık alamayınca deliren Lahorlu genç bir
Hindu avukat, sevdiceğinin yaşadığı Amritsar kentinin Hindistan tarafında
kaldığını öğrenince üzüntüden daha da ağır bir vakaya dönüşür. Artık o
Pakistan’dır, sevgilisi ise Hindistan. Onun doğusu, aşkının batısıdır.
Tımarhanenin kıdemli sakinlerinden biri de Bişan
Singh adında eski bir toprak ağası olan bir Sih’dir. Ama herkes onu
memleketinin adıyla, Toba Tek Singh diye çağırır. Mekan için
bile sıra dışı bir karakterdir. Gece gündüz uyanıktır, sürekli ayakta aynı pozisyonda
sabit bekler ve nadiren de olsa sadece bazen bir duvara yaslandığı görülür. Çok
az banyo yapan Singh uzun yağlı saçlarıyla ürkütücü bir görüntü verse de son
derece zararsız bir insandır.
Bölünme haberi onun bile rutinini ve sessizliğini
bozmuştur. Her önüne gelene, memleketi Toba Tek Singh’in Hindistan’da mı
Pakistan’da mı kaldığını sormaya başlar. ‘Başta Hindistan’daymış şimdi
Pakistan’da’ diyen de olur; ‘bugün Pakistan’da olan Lahor’un yarın
Hindistan’da olmayacağı ne malum’ veya ‘kim bilir belki bakarsın bütün
Hindistan olmuş Pakistan’ gibi belirsizliği daha artıran yanıtlar veren
deliler de olur.
Soluğu, kendisinin ‘tanrı’ olduğunu iddia eden delinin
yanında alır. Her şeyi bilir diye düşünür… ‘Toba Tek Singh
Hindistan mı Pakistan mı?’ diye sorar. Bir kahkaha atar ‘tanrı’ ve
yanıtlar; ‘Ne Hindistan ne de Pakistan, orası hakkında henüz nihai kararımı
vermedim’.
Bir gün köyden Fadıleddin adlı Müslüman komşuları
ziyaretine gelir. Fadıleddin ona ailesinin ve kızının Hindistan’a göç ettiğini
anlatırken sözünü keser ve ona da sorar;
‘Toba Tek Singh nerede? Hindistan’da mı Pakistan’da
mı?’
‘Hindistan’da’ der Fadıleddin kendinden son
derece emin şekilde. Hemen ardından aynı kararlılıkta bir şüpheyle de ekler; ‘’Hayır,
galiba Pakistan tarafında kaldı’’.
Ve, akıllıların, delileri dinlerine göre mübadele
edeceği gün gelir. Ülkelerinin dini kimliklere göre ikiye bölündüğünü ve
‘Hindistan’ ile ‘Pakistan’ adında iki yeni ülke kurulduğu delilere hala izah
edilememiştir. ‘Neden’ sorusunun delileri ikna edecek ‘mantıklı’ bir yanıtı,
aylar boyunca bir türlü bulunamamıştır.
Yaşayageldikleri yerlerden bu şekilde koparılmalarını
anlam veremeyen deliler, tımarhaneden çıkmamak için direnirler. Bağırışlar
çağırışlar içinde zorla Wagah sınır kapısına getirildikten bir süre sonra
mübadele başlar. Toba Tek Singh’in sırası gelir. Tam Hindistan tarafında
geçirilirken koluna giren Hindistan askerine ‘Toba Tek Singh Hindistan mı
Pakistan mı?’ diye sorar. ‘Pakistan’ yanıtı alınca aniden geri dönüp
Pakistan sınırına yürümeye başlar. Fakat Pakistanlılar da geri almaya çok
istekli değildir. ‘Toba Tek SinghHindistan’da’ diyerek geri
çevirirler. Derken aniden ortada durur. Yılların da antrenmanıyla yerinde sabit
kademdir. İki tarafın askerleri de onu yerinden oynatmaya güç yetiremeyince
zararsız da olmasından mütevellit öylece bırakır. O gün için aklın ve mantığın
olduğu tek yere, ne Pakistan ne de Hindistan olmayan yere uzanıp kalır. ‘’Güneş
batarken silueti iki sınır telinin ortasında belirir. Şu dikenli tellerin öte
yanı Hindistan. Bu dikenli tellerin öte yanı ise Pakistan. Ortada kalan
toprağın bir adı yok. Toba Tek Singh artık buradadır.’’
1947 yılının 3 Haziran günü, Yeni Delhi’de bir yuvarlak masanın etrafında toplanan 8 akıllı lider, 20
yılı aşkın süredir değişik dozlarda süren bir tartışmaya son noktayı koyup
Güney Asya alt kıtasının bölünmesinde anlaşır. O ayrılık anını ölümsüzleştiren
fotoğraf karelerine bakan herkes, Hindistan Ulusal Kongresinin lideri ve yeni
kurulacak Hindistan’ın ilk başbakanı olacak Jawaharlal Nehru ile
Müslüman Cemiyeti’nin başkanı ve yeni kurulacak Pakistan’ın ilk genel valisi
olacak Muhammed Ali Cinnah’ın yüz ifadelerinde, yeni bir
başlangıcın heyecanından çok bir belirsizliğe yelken açmanın kaygısını
rahatlıkla görebilir.
3 Haziran toplantısından 6 hafta sonra, Pakistan ve
Hindistan’ın kuruluşlarını ilan etmesinden sonraki birkaç ayda, bu iki liderin
kaygılandıklarından çok çok daha fazlası olacaktı. O günlerde en
kötümserin bile hayal edemeyeceği bir kötülük fırtınası çökmek üzereydi
Hint alt kıtasına…
Delhi’deki toplantıdan sonra, ‘bölünmeden sonra
ciddi bir nüfus transferi olasılığı görüyor musunuz?’ sorusuna Britanya’nın
son Hindistan valisi Lord Mountbatten, kendinden emin şekilde, ‘’Hayır,
görmüyorum’’ yanıtı vermişti.
Masa başı teorilerle, yaşamın basite indirgenemez
karmaşık gerçekliği bir kez daha trajik ve kanlı bir uyuşmazlık yaşayacaktı.
Sorunları ebediyen çözeceği iddiasıyla masa üstünde haritalarda çizilen sınırın
iki yanından 15-20 milyon insan, sadece birkaç ay içinde, neredeyse 1000 yıldır
ötekilerle beraber yaşadıkları köylerden kentlerden sınırın kendince doğru
tarafına büyük bir korkuyla geçmeye başladı. Tarihin kaydettiği en büyük insan
göçüydü bu… Müslümanlar Batı Pakistan’a ve Doğu Pakistan’a (1971’de Bangladeş
adını alacaktır) geçmeye çalışırken, Sihler ve Hindular ise tam tersi
istikamete yöneldi. Bazen trenle, bazen kağnılarla ama çoğunlukla
yürüyerek…
Delhi’den Lahor’a giden Müslümanları taşıyan bir tren,
Kuinkshaha kenti yakınlarında, 1947. Foto: Henri Cartier-Bresson
Köyünü, evini, kentini öylece terk eden on milyonlarca
insandan yüz binlercesi, insanlığın bittiği sınırlar hariç, hiçbir sınır
geçemedi. Yollarda, 20’nci yüzyılın en korkunç kitlesel katliamlarından
bazılarının kurbanı oldular. 1947’nin son 4 ayında, Hindu ve Müslüman
milliyetçisi çetelerin yollardaki muhacir kervanlarına saldırılarında 1 ila 2
milyon insan öldürüldü. Köyler, kentler yakılıp, yağmalandı… Tecavüz kurbanı
kadınların sadece kayıtlara geçen sayısı 70 binden fazlaydı…
Pencab’ın Hindistan tarafında kalan kısmına geçmeye
çalışan bir Sih kafilesi. Ağustos 1947.
Foto: Margaret Bourke-White
O günlerde yaşadığı Bombay’da, Hindu milliyetçisi
çetelerin Müslüman kimliklilere artan saldırılarından kaçarak, gemi ile bir
gece Pakistan tarafına geçmek zorunda kalanlardan biri de Hint/Pakistan
edebiyatının dev isimlerinden yazar Saadet Hasan Manto’ydu. Hep
karşı çıktığı ve hiç alışamayacağı bölünmeye, yazının girişinde bir bölümünü
aktarmaya çalıştığım ‘Toba Tek Singh’ adlı artık klasikleşmiş öyküsü başta
olmak üzere bir çok eserinde keskin eleştiriler getirecekti.
Saadet Hasan Manto |
Pencab’ta 1912’de doğan Hasan Manto, 22 yaşında
taşındığı Bombay ile ilişkisine ‘’ilk görüşte aşk’’ der. 1995’ten beri
adı Mumbai olmuş şehirde, o günlerde, Hindu, Sih, Müslüman,
Budist, Hristiyan, ateist farklı kimliklerden insanlardan oluşan yaratıcılığa
teşvik edici bir çevreden beslenir. Birbirlerinin farklı kimliklerden
olduklarının bile tam farkında değildirler.
‘’Bombay bana hiç soru sormadı’’ diye
anlatacaktı ölmeden önceki bir söyleşisinde, ‘’ailesinin bile reddettiği
çingene karakterli bir insana, bana, o cömert kucağında hemen bir yer açtı.
Bana ‘burada istediğin gibi yaşayabilirsin’ dedi. Kimse sende bir kusur
bulmayacak. Kimse sana nasıl yaşaman gerektiğini dikte etmeyecek burada’’.
Ve devam edecekti:
‘’Ben artık iki ayaklı bir Bombay olmuştum. Gittiğim
her yere bu mütevazı dünyamı da götürdüm. Bombay’dan ayrılmak zorunda olmanın
elemi hala kalbimde. Ben Bombay’a aşıktım. Ben Bombay’a hala çok aşığım. Onu
terk ettim ama, o beni hiç terk etmedi’’.
Manto, 1948 başında Lahor’a ulaşıp yerleştikten sonra
aylarca tek kelime yazı yazamadı.
‘’Yazıya oturduğumda aklım bir türlü Hindistan ve
Pakistan’ı iki ayrı ülke olarak düşünemiyordu. Hindistan ve Pakistan edebiyatı
diye iki şey nasıl mümkün olabilirdi? Bölünmeden önce yazılanlar hangi ülkenin
edebiyatı sayılacaktı..?’’
Bu trajik parçalanmadan önceki 15 yılda ‘’iki ayrı
devlet’’ fikrinin en hararetli savunucusu haline gelen Müslüman
Cemiyeti’nin ve Hindu Nasyonalistlerin temel teorisi, gelinen noktada,
Hindu ve Müslümanların bir arada yaşamasını istemenin, kitlesel şiddete
davetiye çıkarmak olacağıydı. Onlara göre bölünme gerçekleşirse, iki taraf da
kendi devletlerinde iyi birer komşu olarak yaşayacaktı.
Fakat, bölünme, birlikte yaşamanın neden olduklarından
ve olacaklarından çok daha kanlı olaylara yol açtı…
Pakistanlı tarihçi Ayşe Celal’ın da vurguladığı gibi,
‘Parçalanma’ bir başlangıcı ve sonu olan tekil bir olay değildi. Güney Asya’da
koloni sonrası devletlerin ve toplumların geçmiş, bugün ve gelecek algılarına
günümüzde hala etki etmeye devam eden bir süreçti.
Aslında Müslüman Cemiyeti de ‘ayrı bir bağımsız
devlet’ noktasına gelinceye kadar kendi içinde büyük fırtınalar yaşayacaktı.
Müslüman Hindistanlıların ayrı bir idare tesis etme fikri, ilk kez avukat,
filozof ve şair Muhammed İkbal’ın 29 Aralık 1930 günü yaptığı ünlü Allahabad
konuşması ile resmen gündemleşti. İkbal o konuşmasında her ne kadar tamamen
bağımsız bir devleti değil de, otonom Müslüman idari bölgelerin gerekliliğini
vurgulasa da bu konuşma, Müslüman çoğunluklu eyaletlerde ayrı devlet fikrini
besleyen en önemli dönemeç oldu. 1938’de yaşamını yitirecek İkbal, ömrünün son
yıllarında ise tamamen ‘’bağımsız bir Müslüman devleti’’ fikrine kayacaktı.
Gandhi ve Nehru’nun Müslüman Cemiyeti liderlerinin
endişelerini gidermede başarısız kalması ve başta Sardar Patel olmak üzere
Hindu milliyetçisi bazı liderlerin sesi daha gür çıkınca, Müslüman Ligi içinde,
bağımsızlıktan sonra tamamen Hindu çoğunluğun insafına kalacakları kaygısı da
gün be gün büyüdü.
‘İki devlet’ fikri, iyice belirginleşip
güçlendiği 1930’ların başından itibaren, etnik, dilsel veya kültürel farklılığa
değil, sadece tek bir kimliksel özelliğe, ‘dinsel kimliğe’ dayana geldi. Ve 28
Ocak 1933 günü Londra’daki Hindistan Konferansının katılımcılarına dağıtılan
küçük bir broşür ile ilk kez adı kondu. Cambridge Üniversitesinde hukuk
eğitimini sürdüren 35 yaşındaki Rahmet Ali’nin kaleme aldığı ‘Şimdi
Veya Asla; Ya Var Olacağız Ya da Yok Olup Gideceğiz’ başlıklı bu küçük
kitapçığın giriş cümlesinde, Hindistan’ın Müslüman yoğunluklu Kuzey Doğu
eyaletleri için ilk kez ‘PAKSTAN’ adı kullanıldı.
Rahmet Ali, ismi, bu coğrafyadaki bölgelerin
isimlerinden oluşturmuştu. ‘P’ harfi Pencap’tan, ‘A’ harfi kuzey batıdaki Afgan
bölgelerinden, ‘K’ harfi Keşmir’den, ‘S’ harfi ‘Sind’ten ve ‘tan’ eki de
Belucistan’dan alınarak oluşturulan isim, kelime olarak, Urdu dili ve Farsça’da
‘temiz ülke’ veya ‘arınmış olanların ülkesi’ anlamlarına gelmesiyle de hemen
kabul gördü. Sonradan telaffuzu kolaylaştırmak için ‘i’ harfi de isme eklendi.
Hindulardan ayrılmış bir Müslüman ülkenin milliyetçiliğini yapan Rahmet Ali’nin
broşüründen sonra ayrı bir devletçi çizgi artık ‘Pakistan Hareketi’ adıyla
anıldı ve Hindistan Müslüman Ligi içinde en etkili politik güç oldu.
Sonraki 15 yılda işler Pakistan Hareketinin istediği
şekilde gelişti. Ama nerdeyse hiçbir şey öngördükleri gibi sonuçlanmadı.
Hindu ve Müslümanların birlikte yaşayamayacağı, komşu,
arkadaş, hısım, iş ortağı olamayacağı, doğal veya tarihsel bir gerçeklik değil,
modern bir politik iddiadır. Kimlik milliyetçiliğinin yükseldiği 20’nci
yüzyılda ortaya çıktı bu iddia. Hindular, Müslümanlar, Budistler, Jainler,
Hristiyanlar, Sihler yüzyıllarca Hindistan’da aynı mahallelerde köylerde
birlikte yaşadı. Birbirlerinin tapınaklarını, inançlarını,
kendi inançlarına bir tehdit olarak algılamadılar. Birbirlerinin bayram ve
festivallerini tebrik edip komşularının neşelerine ortak oldular.
Hindistan Yüksek Mahkemesi eski üyesi yargıç Markandey
Katju’nun da ifade ettiği gibi ‘’Hindistan bu kimliklerden sadece birine
değil hepsine ait olageldi’’.
Hindistan alt kıtasının, aslında tıpkı Kuzey Amerika
gibi bir göçmen ülkesi olduğuna dikkat çekiyor bir yazısında Katju;
‘’Üç ülkeyi dahil edeceğimiz tarihsel Hindistan’da
bugün yaşayan 1,6 milyar insanın yüzde 92-93’ünün ataları bu kıtanın orijinal
yerlileri değil göç etmiş insanlar. Amerika’dan tek farkı, göçmenlerin biraz
daha eski olmaları. Büyük bölümü de kuzey-batı yönünden geldiler. İnsanlar
rahat edemedikleri yerlerden rahat edebildikleri yerlere göçer. Hindistan,
ovaları, bereketli toprağı, sulamak için bolca suyu ile her zaman bir tarım
cennetiydi. Hindistan coğrafyasının bu kadar çok dine, bu kadar çok dile, bu
kadar çok etnik kökene sahip olmasının temel nedeni bu. Her göçmen grubu, kendi
dilini ve dinini de getirdi buraya.’’
Hint alt kıtasındaki üç ana dinsel kimlik, Hindular,
Sihler ve Müslümanlar, günümüzde bile rahatlıkla gözlemlenebileceği gibi, büyük
bir çoğunlukla aynı kültürel gen havuzundan geliyor. Neredeyse her bölgesinde
ayrı bir dilin konuşulduğu alt kıtada bugün iki tarafın entelektüellerinin,
gazetelerinin kullandığı Hintçe ve Urdu dilleri bile yine kadim Hindustani
dilinin kardeş iki lehçesi… Ki, Urduca, 1947’e kadar Hindistan’ın Müslüman,
Hindu, Sih veya Budist bütün aydınların ortak diliydi.
Bu toplumların damak tadları aynı. Çay, biryani,
helva, lassi, körü vs dediğinizde bu 1,5 milyar insan tek bir aile olur. Müzik
zevkleri aynı. Her iki ülkenin de resmi sporu çim hokeyi. Bununla beraber her
iki ülkede de en popüler spor kriket. Dünyada çoğu insanın varlığından bile
haberdar olmadığı Kabaddi sporu Hindistan, Pakistan ve
Bangladeş’te (Bangladeş’in resmi milli sporu) çok popüler. Bollywood filmleri,
Pakistan ailelerinin vazgeçilmeziyken, Pakistan dramaları Hindistan ailelerinin
vazgeçilmezi… Pakistanlı ve Hindistanlı şarkıcılar, oyuncular, yazarlar,
şairler için sınır diye bir şey zaten hiç olmadı.
(Bölünme sırasında ayrılmış Müslüman ve Hindu iki
arkadaşın torunlarınca 70 sonra buluşturulmasını işleyen bir reklam filmi)
Yine, bu üç ülkeden insanlar kendilerini ‘desi’
diye tanımlıyor. Sanskrit kökenli, ecnebinin karşılığı olarak ‘bizden biri’
anlamında bir niteleme. Yani yurtdışında biri hakkında ‘desi’ dediklerinde,
onun Hint/Pakistan veya Bengal kökenli olduğunu kast ediyorlardır. Hatta müzik
kanalı MTV, alt kıtanın müziklerini yayınlayacağı bir kanal kurduğunda bunu
‘MTV Desi’ diye adlandıracaktı.
Hindistan’ın birinci bağımsızlık savaşı kabul edilen
1857 isyanından önceki yüzyıllarda kimlik kaynaklı kitlesel bir Hindu –
Müslüman çatışması çok nadirdir. Hatta farklı Hinduizm ve İslam yorumlarını
savunanların kendi içinde yaşadıkları çelişki ve çatışmalar, diğer dinlerden
olanlarla yaşadıklarından çok daha derindi. 1857’deki ‘Büyük İsyan’da
Hindu ve Müslümanların birlikte savaşması, Britanya Krallığını derinden sarstı.
Bu tarihten sonra özellikle büyük şehirlerde Hindulara karşı nefret tohumları
eken Müslüman liderler ve Müslümanlara karşı nefreti körüklemeye çalışan Hindu
liderler türemeye başladı. Siyasi kolu bugün Hindistan’da iktidar olmuş Hindu
milliyetçisi Milli Gönüllüler Birliği (RSS) adlı Hindu milliyetçisi
organizasyon da o dönemde kuruldu.
20’nci yüzyıldaki hızlı kentleşme ve genç nüfusunda
patlama da ötekini tehdit olarak algılayan ve nefrete dayalı bu milliyetçi
dalganın işini çok kolaylaştırdı. 1900 yılında 80 milyon olan alt-kıta nüfusu
1941 yılında çok büyük çoğunluğu 30 yaş altında olanlardan oluşmak üzere 280
milyona ulaşmıştı bile. Bununla beraber 1940’lı yıllara kadar yine de çoğunluğu
‘bölünmeye’ ikna edecek çapta bir genel çatışma yaşanmadı.
Hindistan’ın Britanya’dan bağımsızlık hareketinin
sembol isimlerinden Lala Lajpat Rai, 1920 yılında bile ‘Hindistan Milleti
nedir?’ sorusuna, ‘’Hindistan Milleti bugünkü mevcut tablodur. Ne tek
başına Hindulardır, ne Müslümanlardır, ne Budistlerdir ne de Hristiyanlardır.
Hepsi birdendir’’ yanıtı verecekti.
16 Ağustos 1946 günü Kalküta’da yüzbinlerce Müslümanın
katıldığı bir gösteri yapıldı. Kalabalığın radikal elementleri, konuşmalar
bittikten sonra Hindu mahallelerine yöneldi. Buna karşı Hindu gruplar da
Müslüman mahallelerine saldırdı. Üç gün sürecek kaos ve talan sonunda 4 bin
kişi öldü 100 bin kişi şehirden kaçmak zorunda kaldı. Çatışmalar diğer
eyaletlere de yayıldı. ‘Hindistan hepimizin ortak evi’ düşüncesini savunan
Hindular ve Müslümanlar için kara günlerdi ama ayrılığı savunanlar için altın
bir fırsat oluştu. Hindular ve Müslümanların birlikte ortak bir merkezi devlet
kurabileceğine inanan insan sayısı o günden sonra hızla azaldı.
Kalküta olaylarından 1 yıl sonra 14 Ağustos 1947 gece
yarısı Pakistan ve 1 saat sonra 15 Ağustos’ta da Hindistan bağımsızlıklarını
ilan ettiler. Bu bölünmeden sadece 55 gün önce Bombay’da Keşmirli bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya gelen Salman Rüşdi, 1979 yılında yayınlanan ve adını
dünya edebiyatına yazdıracak romanı Geceyarısı Çocukları’nda bu
bölünmenin yarattığı psikolojik travmaya çok etkili şekilde yansıtacaktı.
Romanda, 1947’de 14 Ağustos’u 15 Ağustos’a bağlayan gece yarısı doğan Salim
Sınai (romanın ana kahramanı ve anlatıcısı), daha sonra, saat 00:00 ile 01:00
arası o bir saatlik sürede doğan 1001 çocuğun hepsinin kendisi gibi olağanüstü
güçleri olduğunu keşfeder. İnsanların aklından geçeni okuyabilmek, geleceği
görebilmek aynı zamanda onlar için bir yüktür. ‘’Oğulları olmadan oğul sahibi
olur, ihtiyarlamadan ihtiyarlar. Ve ölmeden önce ölecektirler’’.
Hiçbir insanın ve hiçbir ülkenin öyküsünün göründüğü
kadar basit olamayacağına dikkat çeker Rüşdi romanında. Keşmirli zengin Ahmed
Sınai ve eşi Amine’nin oğlu sanılan Salim, gerçekte, İngiliz subay William
Methwold ile yoksul bir Hintli sokak performansçısının karısı Vanita’nın
gayrimeşru çocuğudur. Doğduğu gece doğumhanede Keşmirli zengin Sınai ailesinin
asıl oğlu Şiva ile değiştirilmiştir. Salim, tarihini anlattığında, yoksul
annesini, İngiliz babasını ve onların gayrimeşru ilişkilerini değil, Sınai
ailesinin soylu geçmişini anlatır. Milliyetçiliğin tarihe bakışıdır bu.
Gerçekler yerine fantezilere sığınır insan. Rüşdi, okuyucusunu Salim’in yer yer
mitolojiye yer yer 1001 gece masallarına kayan anlatımı eşliğinde Hindistan’ın
antik çağları ile 1970’lerin sonundaki olağanüstü hal dönemi arasında dolaştırır. Çünkü,
‘’Tek bir yaşam öyküsünü anlayabilmek için önce bütün bir dünyayı yutmanız
lazımdır’’.
Salman Rüşdi’nin, Indra Gandhi’nin bencilce bir
hırsla, babasına ve ülkesine ihanet ederek, Hindistan demokrasisini uçurumun kenarına getirdiği karanlık günlerde yazdığı
bu roman, sınırın iki tarafında da 1947’ye bakışı derinden değiştirdi. O güne
kadar iki tarafta da 1947, resmi bağımsızlık kutlamasıydı. Sadece hamasete konu
oluyordu. Gerçek ‘batwara’ yani bölünme ise, resmi tarihte değil,
bireysel anlatılarda, aile hikayelerinde yaşıyordu.
İngilizcede bu olaya verilen ‘partition’ ifadesi, 1947
bölünmesinin Hintçe / Urduca ismi ‘Batwara’yı karşılamaktan çok uzak.
Batwara, ‘baba mirası mülkün paylaşımı’ gibi bir anlama geliyor. Ve bu dildeki
kullanımı ile muhtevasında, ‘aile birliği’, ‘acı verici bir bölünme’,
‘kardeşler arası mülk kavgası’, ‘aşk-nefret sarmalı’ gibi bir çok elementi
barındırıyor.
1947’de Hindistan ve Pakistan’ı ayıran harita, Cyril
Radcliffe adlı bir avukatın başında olduğu bir ‘Sınır komisyonu’ tarafından
çizildi. Son derece aceleye getirilmiş bir haritaydı ve parçalanmadan sadece 2
gün önce 12 Ağustos günü bitirilebilmişti. Radcliffe, sonradan haritayı
çizerken, artık hiçbir güncelliği kalmamış çok eski harita ve nüfus sayımlarına
dayandıklarını itiraf edecekti. Özellikle bölünmenin ortalarından ikiye
ayırdığı Pencab ve Bengal içlerinden bir sınır değil de bir
hançer geçmiş gibi oldu. Binlerce yılda oluşmuş çoğulcu renkliliği birkaç ayda
kaybettiler. Keşmir ise, bu trajik bölünmenin adeta ‘gece yarısı çocuğu’ oldu.
Tıpkı Salim gibi kaderi, daha 14 Ağustos gecesi, Hindistan’ın yeni kaderine
kelepçelendi. İki ülkenin tam dört kez savaşacak olmasına da ve trajik bir ironi
olarak bugün iki ülke arasındaki en güçlü ‘bağ’ olmasına da neden olacak bir
kelepçe. Mirza Galib’in, ‘Aşk olmayacaksa bari nefretle dolsun aramız /
Yeter ki kopmasın bağımız’ deyişinin coğrafyalaşmış hali
gibi…
Bölünme sırasında, özerk bölgesel emirliklerin(raca)
hangi tarafta kalacağına da oralardaki referandumlarla karar verilmesi
kararlaştırılmıştı. Bu prensliklerden biri olan Keşmir’in yüzde 90’ı Müslüman
halkı Hindistan’a katılmak istemedi. Fakat Hindu emir, bir oldu bitti ile
Hindistan’a katılma kararı aldı. Halkın Pakistan’ı, emirin de Hindistan’ı
yardıma çağırması üzerine, henüz birkaç ay önce kurulmuş iki ülke Keşmir
Prensliğine ordularıyla girdi. İki ülkenin 1947 Ekim ayında başlayan bu ilk
savaşı BM’nin araya girmesiyle ateşkesle sonuçlandı ama artık Keşmir de iki
parçaydı. Kuzeyde Pakistan’a bağlı ‘Azadi Keşmir’ ve güneyde Hindistan’a bağlı
‘Cemmu ve Keşmir’ eyaleti oluştu ki günümüz Hindistan’ında halkın çoğunluğunu
Müslümanların oluşturduğu tek eyalet burası. (Keşmir’in doğu kesimi ise 1960
yılında Çin tarafından işgal edilecekti). İki ülke 1969 ve 1999 yıllarında
Keşmir nedeniyle iki savaş daha yaşadı. Keşmir yüzünden dördüncü kez savaşın
eşiğine geldiklerinde takvimler 2019 Şubatını gösteriyordu.
2019 yılının Şubat ayı sonlarında aynı üniversiteden mezun olmuş bir grup Hindistanlının WhatsApp
grubunda hararetli bir tartışma yaşanır. Grubun Hindu milliyetçi bir üyesi,
Pakistanlı şair, yazar ve sanatçıların eserlerini boykot etmenin artık milli
bir görev olduğunu savunmaya başlayarak arkadaşlarını da kendisine katılmaya
çağırır.
Birkaç gün önce 14 Şubat 2019 günü Keşmir’de Hint
askerlerine karşı düzenlenen bombalı intihar saldırısında 40 Hindistan güvenlik
görevlisi öldürülmüştü. Üsleri Pakistan’da olan Ceyşul Muhammed adlı örgüt
saldırıyı üstlenecekti. 26 Şubat sabahı Hindistan Pakistan topraklarında bu
örgüte ait olduğunu iddia ettiği bazı yerlere hava saldırısı düzenledi.
Pakistan’da bir gün sonra Hindistan topraklarına hava saldırısı ile karşılık
verdi. Bu sırada it dalaşı yaşanan Hint uçaklarından biri Pakistan üzerinde
düşürüldü ve pilotu esir alındı. Bu gerilim, sınırda iki tarafın kara
askerlerinin karşılıklı atışları ve askerlerin öldürülmesiyle daha da yükseldi.
WhatsApp grubundaki tartışmanın yapıldığı gündü bu.
Grubun bu milliyetçi çağrıya itiraz eden bir üyesi, ‘’Faiz
Ahmet Faiz’in şiirlerini okumaya devam etmek beni vatan haini yapar mı?’’
diye soracak ve ekleyecekti; ‘’Ben Faiz Ahmet Faiz’in şiirlerini veya Mohsin
Hamid’in, Fatima Bhutto’nun romanlarını terk edemem’’.
Bu WhatsApp tartışmasından bizi haberdar eden
Hindistanlı gazeteci ve edebiyat eleştirmeni Nilanjana Roy, bu milliyetçi
çağrının bir ilk olmadığını hatırlatıyor. Hindu milliyetçiler, tansiyonun her
yükseldiği dönemde ilk iş olarak Pakistanlı yazar, sanatçı ve şairlere boykotu
gündeme getiriyorlardı. 2013 yılındaki kriz sırasında bugün iktidarda olan
Hindu milliyetçisi Hindistan Millet Partisi (BJP), ‘’Böylesi bir ortamda
Pakistanlı yazarların misafirimiz olması kabul edilemez’’ diyerek,
Pakistanlı yazarların Jaipur Edebiyat Fuarından men edilmesi talebinde
bulunacaktı. O gün muhalefette olan partinin bu isteği boşlukta yankılanıp
kaybolacaktı. Jamil Ahmed, Nadeem Aslam gibi bir çok Pakistanlı yazar fuara
katılıp, Hindistanlı okuyucularıyla buluşacaktı.
Sınırın diğer tarafında da durum pek farklı değildir.
Daha geçtiğimiz Ocak ayında, Saadet Hasan Manto’nun yaşamını anlatan Hindistan
filminin gösterimi, Pakistan’da yasaklanacaktı. Filmin yönetmeni Nandita Das, ‘’düşünce
ve ifade özgürlüğü sınırın iki yanında da aynı muameleyi görüyor’’ diye
yakınacaktı. İki tarafın milliyetçi hükümetleri de, sanatın, kurguladıkları
resmi öyküler ile uyumsuzluğunu bir tehdit olarak görüyor.
Sarkastik üslubu, güçlü edebiyat dili, aynı anda hem
güldüren hem ağlatan öyküleri, kimsenin konuşmak istemeyeceği konulara keskince
dalan pervasızlığıyla Hindistanlı ve Pakistanlı bir yazar kuşağı üzerinde bugün
de süren oldukça büyük etki bırakan Hasan Manto, yaşarken de sansür kurbanıydı.
Farklı bir ülke olarak görmeyi asla kabullenemediği Hindistan’da Müslüman
olduğu için dışlanması yetmezmiş gibi, Müslüman kimlikli olduğu için sığınmak
zorunda olduğu Pakistan’da da yeterince ‘’milli ve yerli’’ olmadığı için
dışlanacaktı. Her iki tarafta da yazdıklarından dolayı mahkemelerde yargılandı…
Alkol tek dostu oldu. Bu berbat ‘dost’ da ömrünün sadece 42 yıl sürmesine neden
oldu.
Hasan Manto yargılandığı bir Pakistan mahkemesinde, ‘’Benim
yazdıklarımı tahammül edilemez buluyorsunuz. Oysa ki bu yazılar, tahammül
edilemez şeyler yaşadığımız içindir’’ diye haykıracaktı. Hikayelerinin
genel ahlaka aykırı olmasından yargılandığı bir duruşmada da, ‘’Hikayelerimi
kirli buluyorsanız, kirli bir toplumda yaşıyorsunuz demektir. Çünkü ben sadece
toplumda gördüklerimi anlatıyorum’’ diye konuşacaktı.
Bir sanatçı olarak, muktedirlerin isteklerini veya
fantezilerini değil gerçekleri konuşmanın bir görevi olduğunu
düşünüyordu.
Hindistan’da bugün iktidardaki dinci/milliyetçi
popülist partinin son yıllarda daha da yükselttiği tansiyonda, büyük ölçüde
hükümetin etkisi altına alınmış ana akım televizyonların ve sosyal medyanın
‘gayri-milli’ veya ‘hain’ ilan ettiği birinin, son derece muğlaklaştırılmış
‘terörle mücadele yasalarının’ kurbanı olmaması çok zor. Bu da, sınırın öte
tarafındaki iyi edebiyatı konuşmayı zorlaştırıyor. Fakat yine de edebiyatın ve
sanatın sınırın diğer tarafına ulaşmasını engelleyemiyor.
‘’Ben okuduklarımı hiç okumamış hale gelemem’’
diye yazıyor Roy, Financial Times gazetesindeki köşesinde;
‘’Pakistanlı yazarların yazdıkları da Hindistan
edebiyatı kadar benim okuma DNA’mı oluşturuyor. Her çatışma anında yazarların
ve okurların birbirlerini okumayı bırakmasını istemek çok ahmakça. Uzun yıllara
dayalı hiçbir uzlaşmazlığı, kitapları veya zihinleri kapatarak
çözemezsiniz’’.
Sığ milliyetçilik, hamaset ve nefret ideolojisi,
sanatçıdan, yazardan, şairden yaratıcılık ve vizyon değil, önyargıların ve
resmi iddiaların propagandacısı olmasını bekler. Hamasetin yükseldiği her
iklimde, toplumda, grupta sanatın, düşüncenin, şiirin gerilemesi bundandır.
Reaksiyoner milliyetçilik gerçek yaşamda, hiçbir zaman
teoride durduğu gibi durmaz. Çünkü düşmansız yapamaz. Dışarıda düşmanı kalmasa
kendi içine dönüp kendi çocuklarını yemeye başlar.
Pakistan milliyetçiliğinin kurucularından ve ülkenin
isim babası da olan Rahmet Ali, Pakistan’ın kuruluşundan sonra 1947’de
Londra’dan ‘ülkesine’ döndü ve Lahor’a yerleşti. Ancak sadece 1 yıl sonra
ülkenin ilk başbakanı Liyakat Ali Han tarafından bütün malvarlığına el kondu,
kendisi de sınır dışı edildi. Hastalıklarla geçen 3 yıl sonra beş parasız ve
dostsuz şekilde Cambridge’te öldüğünde cenazesinin masraflarını da tıpkı ilaç
masrafları gibi Cambridge Üniversitesi üstlenmek zorunda kaldı. Liyakat Ali Han
ise, Rahmet Ali’yi sınırdışı ettikten 3 yıl sonra 1951 yılında bir
başka Pakistanlı milliyetçinin suikastiyle öldü. Müslüman Liginin,
Hinduları kayırıyor eleştirisiyle son yıllarında arasına mesafe koyduğu Gandhi
ise, onun Müslümanları kayırdığını ve tavizkar olduğunu düşünen Hindu
milliyetçileri tarafından Ocak 1948’de öldürüldü.
Gece Yarısı Çocuklarının kahramanı Salim, ‘’Her şeyden
çok, saçmalıklardan korkuyorum’’ demişti.
Şarkılara, yazarlara, şiire, sanata da sınır
koyabileceğini sanan bir saçmalık, kara bir bulut gibi dolaşıyor alt kıtanın
üzerinde. Hindistan-Pakistan sınırı, sadece binlerce yıl beraber yaşamış iki
kardeşi ayırma hattına değil, akıl ile çılgınlık arasındaki ince çizgi haline
de dönüşmüş durumda. Tek bir askerin yanlış bir adımının ortaya çıkaracağı
reaksiyon zinciri, bir nükleer savaşa kadar gidebilir.
Köpekler ise tıpkı şairler, yazarlar ve sanatçılar
gibi politikayı, sınırları ve insanların saçmalıklarını ciddiye almaz.
Sınır hattında özgürce dolaşan bir köpek Hintli
askerlere yanaşır. Beklemekten canı sıkılmış Hint askerler köpeği sever, başını
okşar ve ona bisküvi verirler. Bir de Hintçe isim takarlar; JunJun. Yeniden
gezintiye çıkan köpek bir süre sonra bu kez Pakistan askerlerine yanaşır.
Beklemekten canı sıkılmış Pakistan askerler köpeği sever, başını okşar ve ona
bisküvi verirler. Bir de Urduca isim takarlar; ŞunŞun.
Köpek ise iki tarafı da sever. İki tarafı da aynı
görür. Hasan Manto’nun Tithwal Köpeği öyküsünün kahramanı olan bu köpek bir o
yana bir bu yana gider gelir. Ta ki askerler, köpeğin, ‘vatanına’ ihanet edip
karşı tarafa da geçtiğini fark edene kadar… Bir asker hemen hain köpeğe ateş
eder, ıskalar. Korkan köpek diğer ülkeye doğru koşar. Diğer tarafın askerleri
de bu vatan haini köpeğe ateş eder. Köpek iki tarafın da askerlerinin yoğun
ateşi altında kalır. Ta ki milliyetçiliğin gözünü kör ettiği bir asker isabet
kaydedip köpeği öldürünceye kadar. ‘’Bu ders olsun bütün köpeklere!’’
diye bağırır ateş eden genç asker, ‘’Köpek de olsa herkes, Hindistan mı
Pakistan mı, tarafını net şekilde seçmek zorundadır!’’
Şu öfkeli askerler Pakistan tarafında, bu öfkeli
askerler Hindistan tarafında… Ortada, Mirza Galib’in, Ekber Şah’ın, Nehru’nun,
Mohandas Gandhi’nin kemiklerini sızlatan bir köpek ölüsü yatar. Halinden
sadece, nefretten, kimlik fanatizminden ve politik sınırlardan onun kadar özgür
yazarların ve şairlerin anlayabileceği…
KAYNAK:
CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz
19 NİSAN 2019
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder