2014’ÜN PANZEHİRİ
ATATÜRK-BAYAR ÇİZGİSİ’DİR
DEMOKRATLAR BİRLİĞİ
Orta Doğu coğrafyasında bir kaos, şuursuzluk, vahşi
cinayetler dönemi yaşanıyor. Türkiye dâhil bölge ülkelerinde din, mezhep, etnik
köken ayrışması dinlerin, demokrasinin, insanlığın bile anlamakta zorlandığı
bir çatışmaya dönüştü. Bugün yaşananlara baktığımız zaman üç faktörün etkili
olduğunu görüyoruz. Uluslararası paylaşım savaşları... Din ve etnik
çatışma... Yoksulluk-yolsuzluk süreci... Her üç faktör, Türkiye’yi tam anlamı ile pençesine almış ve
uçuruma sürüklüyor.
***
“Yeni Türkiye” ile “eski Türkiye” arasındaki
fark, bu üç faktörde kendisini gösteriyor. Savaş, “Yeni Türkiye”nin temsil
ettiği yukarıdaki faktörler ile “Eski Türkiye”nin temsil ettiği
kavramların arasında yaşanıyor. Bu savaşı anlayabilmek için yeni ve eski
Türkiye’nin ne anlama geldiğini bilmek gerekiyor.
YENİ TÜRKİYE
Yeni Türkiye kavramı, eski Türkiye’nin tasfiyesi ile
özdeşleşmiş durumda. Lâiklik yerine, din temelli yönetim anlayışı ve yaşam
tarzı. Demokrasi gerekçesi ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin milleti ile
bölünmez bütünlüğünün bölünür hale getirildi. Arap, vahhabi kültüründe etkin
olan talan, yolsuzluk, aşiret yönetim anlayışı hâkim oldu.
Yeni Türkiye’de İslam referanslı yönetim hâkimiyeti
iddiası ile vicdanlara, inançlara, demokrasiye, insan haklarına, hukuka aykırı
uygulamalar normal karşılanır oldu. Özellikle 17/25 Aralık iddialarının, hiçbir
dönemde olmadığı kadar artması, kurumsallaşması ve “kabullenilmesi” toplumu
içten içe yıkan en önemli hastalık olarak ortaya çıkıyor.
Ülkenin
Güneydoğu’sunda fiili Kürt özerk bölgesinin oluşması:
Türk-Kürt, Alevi-Sünni, AKP yandaşı-karşıtı,
inanan-inanmayan, AKP-cemaat, AKP-ulusal / milli kesimler, 17/25 Aralık-14
Aralık ayrışmaları. Anaokullarında kız çocuklarını türbana sokma gayretleri,
manevi değerler, Osmanlıca derslerinin zorunlu hale getirilmesi gibi toplumu
birbirine düşman eden politikalar Yeni Türkiye’nin ana başlıkları oldu.
Bunlar Türkiye’nin iç
dengelerini etkileyen gelişmeler.
Konunun dış boyutu da
iç boyut kadar vahim.
“Sıfır sorun” politikasının “bütün komşularla
sorun” politikasına dönüşmesi; mezhep temelli politikaların Türkiye’nin
aleyhine dönüşmesi; Suriye, Irak, Mısır, İran, ABD, AB ile ilişkilerin kesilme
noktasına varması ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “güvenilmez,
bilgisiz ve tecrübesiz, hayalci politikalarla yönetilmeye çalışılan ülke” algısının
yerleşmesi.
Suriye, Irak gibi ülkelerde tekbir getirerek işlenen
cinayetler ise İslam’ın nasıl bir tehlike ile karşı karşıya kaldığını
gösteriyor. Müslüman görünümlü kimliği belirsiz kişi ve grupların tekbir
eşliğinde sergilediği vahşet görüntüleri, Türkiye’nin de sürüklendiği “büyük plân’ın”
boyutlarını gösteriyor.
BÜYÜK PLÂN
Büyük planın ne olduğu artık netleşmiş durumda. İslâm adı
altında İslâm’ın reddettiği, affedilmez günahlar arasında saydığı her ne varsa
uygulanıyor. Hıristiyan coğrafyasının yüzlerce yıldır sürdürdüğü Haçlı
savaşlarında başaramadığını, İslam görünümlü vahşi terör örgütleri, İslam
tandanslı siyasi yapılanmalar, hacı-hoca takımları, tarikat-cemaatler çeyrek
yüzyılda başardı.“İslamiyet = hırsızlık, yolsuzluk, vahşet” algısı,
İslamafobi hızla yayılıyor.
Dinler arası diyalog, Medeniyetler İttifakı, Ilımlı İslam,
Yeşil Kuşak Projesi, Arap Baharı, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gibi projelerin
sonuçları bugün tüm acımasızlığı ile yaşanıyor.
ÇÖZÜM: ATATÜRK-BAYAR
ÇİZGİSİ
Gelelim Yeni Türkiye’nin alternatif olmaya çalıştığı “eski
değil, eskimeyen Türkiye”ye. Eskimeyen Türkiye, yukarıda sayılan tüm
olumsuzlukların panzehiridir. Eskimeyen Türkiye, “muasır medeniyet ile
milli/muhafazakâr değerlerin bileşkesidir…”Atatürk’le başlayan, Celal Bayar’la
devam eden çizgidir eskimeyen Türkiye…
Eskimeyen Türkiye’nin üç özelliği, bugünün karanlığını
aydınlığa çevirecek çözümdür:
1- Tam bağımsızlık: ABD-İsrail projesine ram olup
üniter yapının yıkılmasını, Büyük Kürdistan (Büyük İsrail) hedefine gönüllü
ortaklığı reddeden bir felsefedir.
Tam bağımsızlık on yıllar sonrasını öngörebilmek ve ulusal
savunmasını buna göre şekillendirebilmektir.
Balkanlar’daki istikrarın korunması amacıyla 9 Şubat 1934’te
imzalanan Balkan Antantı’dır
ulusal/milli öngörü.
Veya; Atatürk’ün çabalarıyla 9 Temmuz 1937’de
Tahran’da Sadabat Sarayında imzalanan ve Türkiye, Irak, İran ve Afganistan’ı
birbirine bağlayan Sadabat Paktı’dır.
Veya; Türkiye ile İngiltere ve Fransa arasında 19 Ekim
1939’da imzalanan Ankara Paktı’dır.
Veya; Orta-Doğu bölgesinde barışın korunmasına önem veren
Türkiye’nin 3 Nisan 1954’te imzaladığı Türk-Pakistan
Paktı’dır.
Veya; Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında 24
Şubat 1955’te imzalanan, 1959’da ABD’nin de katıldığı Bağdat Paktı (CENTO)’dır. (Nasır’ın liderliğindeki Mısır ve Suriye
bu teklifi reddettiler ve İsrail’e karşı Arap kökenli devletlerin
oluşturduğu blok kurdular.)
Veya; Londra ve Zürih
anlaşmaları ile Kıbrıs’ın Rum olmasını önlemektir.
Veya; Türkiye’nin
ağır sanayi yatırımlarına destek vermeyi reddeden dönemin Dünya Bankası Türkiye
temsilciliğini kapatıp temsilciyi ülkeden kovmaktır.
2- Cumhuriyet rejimi: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
temel felsefesini oluşturan Cumhuriyet kavramı, belki de dünyada bir ilk
özelliği taşıyor. Bu Cumhuriyet, bir yandan “yedi düvele karşı bağımsızlık
savaşının” sonucu, diğer yandan “demokrasinin ölüm kalım savaşına
feda edilmemesinin” tarihi belgesidir.
Emperyalizm İstiklal Savaşı’nın merkezi olan Ankara
sınırlarına dayanmıştır. TBMM, yetkilerini Mustafa Kemal’e devretmeyi teklif
etmiştir. Bunlar öyle yetkilerdir ki; zaaflarına, yetersizliklerine yenik
düşebilecek bir insanı “diktatörlüğe götürebilecek” niteliktedir.
Bu teklifi reddetmek güçlü bir kişilik, “milli iradeye
saygı ve güven” demektir ve Mustafa Kemal bu teklifi reddetti.
“Milli iradeye saygı ve güven”, Atatürk-Bayar
çizgisinin felsefi altyapısını oluşturdu. “Yeter, söz milletindir” sloganı milli iradeyi temsil ederken,
Celal Bayar’ın, “Atatürk, seni
sevmek milli bir ibadettir” sözü güvenin ifadesidir.
3- Laiklik: Laikliğin nasıl bir kavram olduğu BOP’un
özgürleştirme gerekçesiyle bağımsızlığını elinden aldığı ülkelerde acı
tecrübelerle görüldü. Laikliğin demokrasinin, demokrasinin de inanç
özgürlüklerinin teminatı olduğu gerçeğini bir kez daha anladık. Laikliğin
ortadan kaldırılması durumunda Müslüman Müslüman’ın boğazını kesebiliyor, Sünni
Alevi’nin kapısını işaretleyebiliyor. Bir başka ifadeyle laiklik, insan olmanın
ilk şartı haline gelmiş durumda.
ATATÜRK-BAYAR ÇİZGİSİ
NEDİR?
Atatürk-Bayar çizgisi; “Cebren ve hile ile aziz
vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün
orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş… Bütün bu
şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara
sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içindekilere… Hatta bu iktidar
sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit
etmelerine” karşın milletin ayağa kalkmasıdır.
Atatürk-Bayar çizgisi; “mazlumlara örnek olan” bir
İstiklal Savaşı ile yedi düveli kovmasına karşın o yedi düvel tarafından
kendisine saygı duyulmasını sağlamaktır. Afganistan’dan Irak’a, İngiltere’den
Rusya’ya kadar dünyanın her bölgesinde “stratejik derinlik uygulayabilmek
ve merkez ülke olabilmektir.”
Atatürk-Bayar çizgisi; yetişmiş insan gücünü var olmak
için feda eden, yiyecek ekmeği olmamasına karşın İstiklal Savaşı’nı verebilen,
ama dimdik ayakta kalabilen bir devlet olabilmektir; millet olma şuurunu
aşılayabilmektir.
Atatürk-Bayar çizgisi; bu ülke insanının hoşgörü ve
saygı içinde, değer yargılarına sahip yaşamasını, “sabahın köründe sabah
namazına gitmek için evinden çıkan vatandaş ile sabahın köründe evine gitmek
için meyhaneden çıkan vatandaşın hoşgörü ve saygı içinde selamlaşmasıdır.”
Atatürk-Bayar çizgisi; “Millet, fakr-ü zaruret içinde
harap ve bitap düşmüş iken, demir ağlarla örmektir anayurdu dört baştan…”
Milletin öz kaynakları ile milletine olan güvenle baraj’larla, rafinerilerle,
sanayi tesisleriyle donatmaktır ülkeyi.
Atatürk-Bayar çizgisi; bu topraklarda yaşayanları “Alevi-Sünni,
Türk-Kürt, Laz-Çerkez” olarak ayırmamak, tüm bu unsurların kendi bileşkesi
olduğunu bilmektir.
Atatürk-Bayar çizgisi; bu ülke için canlarını feda
edenlerin, Allah inancını yüreklerinde hissedenlerin “bir lokma ekmek bir
hırka” düsturunu yaşamaları, devletin her kuruşunu “yetim hakkı” olarak
kabul etmeleridir.
***
O dönemde yönetimde
bulunan Demirel herhangi bir ideolojiye
aldırmadan ülkenin kalkınması için her türlü yabancı yatırıma da ülkeyi açmış
komünist ideolojiyi benimsemiş Rusya ile de ekonomik anlaşmalar imzalamıştı.
12 Mart
Bizdeki solcu
olduğunu iddia edenlerin işin bu tarafı ile
alakaları yoktu. Zira bizdeki sol
hareket aslında Avrupa güdümünde ve kültürel yaklaşımı içinde gelişmişti Demirel’in Avrupa’dan uzak Rusya’ya yakın dış politika
yaklaşımları solcuları tedirgin etmişti.
Bir yazarımız 9 Mart ve 12 Mart cuntası günlerinden söz
etmiş, ben de kişisel değil yapısal arka planından söz etmek istedim.
Bir gün akrabası bir subay, Emekli General Cemal
Madanoğlu’nun benimle görüşmek istediğini söyledi. O dönemde ben de birçok
siyasi içerikli toplantıya katılıyordum ve konuşmalarım da genellikle ilgi
çekiyordu. Bu nedenle beni tanıtmış olabileceklerini düşündüm. Paşa görüşmemiz
esnasında ülkenin kötü yönetildiğini ve mevcut yönetimin değişmesi gerektiğini
söyleyip, bu amaçla darbe de yapılması gerekebilir ve biz böyle bir hareketin
mimarı oluruz dedi. Bu konuşmayı istihbarat ajanı olarak MİT’e bildirip bir
darbe girişiminin olabileceğini haber verdim. Bu girişimin takibi için bir
ekiple birlikte görevlendirildik.
***
O dönemde yönetimi almak isteyen askerler, var olan
ideolojimize karşı değillerdi ve fakat yönetenler tarafından buna itaat
edilmediğini düşünüyorlardı. Öte yandan darbe yanlısı sivil kişiler ise sol bir
hareketten söz ediyor ve bunu gerçekleştirmeye çalışıyordu. Yani söylendiği
gibi komünist değillerdi. Hatta sivil kişilerden lider konumunda olan biri bir
konuşma sırasında Rusya Türkiye’yi işgal ederse Demirel’i değil önce beni idam
ederler diye latife ediyordu. O dönemde yönetimde bulunan Demirel’in gayreti
ise herhangi bir ideolojiye aldırmadan ülkenin kalkınması için her türlü
yabancı yatırıma da ülkeyi açmış komünist ideolojiyi benimsemiş Rusya ile de
ekonomik anlaşmalar imzalamıştı.
Bizdeki solcu olduğunu iddia edenlerin işin bu tarafı ile
pek alakaları bile yoktu. Zira bizdeki sol hareket aslında Avrupa güdümünde ve
kültürel yaklaşımı içinde gelişmişti. Yani bir açıdan bakıldığında bu hareketin
ideolojisinden çok dış politika hedefi önemliydi. Avrupa solu olarak
adlandıracağımız bu harekete aslında SSCB de uzaktı. Demirel’in politikalarının
Avrupa’dan uzak Rusya’ya yakın dış politika yaklaşımları solcuları tedirgin
etmişti. Türkiye’deki o günkü solcuların ikinci hedefi de ABD idi. Çünkü onlar
da kapitalizmin dünya üzerindeki simgesi olarak kabul ediliyordu ve bu sebeple
ABD’ye de karşı çıkıyorlardı.
Solun kapitalizme olan karşıtlığı adeta ABD ile
simgeleşmişti. Türkiye’deki bu solculuk dış politikamızı da belirlemişti. Yani
sol kanatta dış politikadaki hedef, Avrupa tarafından yönlendirilen ideolojiye
dönüştürülmüştü. Zaten Türkiye kuruluşundan beri Avrupa’ya yakın bir dış
politika izlemek zorunda bırakılmıştı ve bunun da devamı isteniyordu.
Türkiye’deki güvenlik güçlerinin o günlerdeki hedefi ise
komünist ideolojinin kaynağı olarak gördükleri SSCB ile ilişki kurulmasını
engellemekti. Bu meseleler MİT müsteşarının da dâhil olduğu Milli Güvenlik
Kurulu’nda da görüşülüyor ve darbe teşebbüsünün MİT tarafından izlendiği
biliniyordu.
9 Mart cuntası olarak bahsedilen bu darbe 12 Mart cuntası
diye adlandırılan Avrupa soluna karşı başka bir grup tarafından bastırıldı. Bu
sefer Türkiye’nin dış politikası başka bir yöne çevrilmeye çalışıldı ve tabi iç
siyasetteki çalkalanmalar yeni bir darbe harekâtına doğru devam etti. Rasih
Nuri İleri’nin vefatı dolayısıyla sayın yazarımızın yazısı bana o günleri ve
görev yapan MİT elemanlarına yapıştırılan haksızlıkları anımsattı. Kim ne derse
desin tüm darbeler yanlıştır hele ki bu darbe girişimlerinde dış güçlerin
parmağı varsa!
***
Menderes’i, Demirel’i götüren ABD bugün Tayyip Erdoğan’ı
götüremiyor.
IŞİD’e söz geçiremiyor. Müslüman Kardeşleri artık koruyamıyor. El Kaide’ye ulaşamıyor. Siyasal İslam’ın hazin ve ibretlik çöküşü....
Pakistan’ın Peşaver kentinde yaşanan o tüyler ürpertici katliam,
tüm dünyaya bir şeyi net olarak gösterdi:“Siyasal İslam iflas etmiştir.”
Irak Şam İslam Devleti denen caniler de aslında bunu ortaya
koymuştu ama Pakistan’daki olay çok daha kan dondurucu bir örnek.
Taliban yanlısı 7 silahlı manyak, asker çocuklarının devam
ettiği bir okulu bastı ve 132 öğrenciyi, 9 öğretmenleriyle birlikte katletti.
Öldürülen çocukların yaşları 12 ile 16 arasında değişiyordu.
Afganistan’da yaptıkları insanlık dışı katliamların yanı
sıra kayalara oyulmuş binlerce yıllık Buda heykellerini dinamitleyen Taliban,
Veziristan’daki kayıplarının intikamını bu yolla almıştı.
Aklınca ordu okulunu basıp asker çocuklarını öldürürse
Pakistan ordusu geri adım atacaktı.
Oysa olan biten, masum ve günahsız 132 çocuğun canice
öldürülmesiydi.
2004’te Rusya’nın Kuzey Osetya Özerk Cumhuriyeti’nin Beslan
kentindeki okul baskınında da Çeçen Vahabi teröristler, 186’sı çocuk toplam 300
kişiyi acımasızca öldürmüştü.
Bu da o tür bir eylem.
Vicdanı olan herkes bunu görür.
Böyle insanlık dışı bir katliamı din veya cihat adına yapmak
ise tanrıya en büyük hakarettir.
SİYASAL İSLAM’IN
YÜKSELİŞİ VE ÇÖKÜŞÜ
Taliban, El Kaide, IŞİD, El Nusra, Boko Haram, Cundullah,
Türkiye Hizbullah’ı, Hamas, Vahabi Çeçen ve İnguş çeteleri…
Bunların hepsi de radikal İslamcı etiketli ama özünde
emperyalizmin ürettiği, desteklediği, fişteklediği örgütler.
Ama hepsine sorsanız kafirlere, en başta da “Büyük
şeytan” Amerika’ya,“Siyonist katil” İsrail’e düşmandır.
Cihat için öldürmektedirler!
Cihadı emreden ise Kur-an’dır!
Kimilerine göre ise vatanlarını savunan aslanlardır!
Acaba gerçekten öyle midir?
Taliban’ı kuran Rusya’ya karşı savaşan Afgan mücahitleri
midir? Yoksa Amerikan destekli Pakistan istihbaratı ISI midir?
Pakistan ve Afganistan’da CIA paralarıyla kurulan
medreselerde yetişen sözde mücahitler, SSCB’ye karşı savaşırken özgürlük
savaşçısı, ABD’ye karşı gelince de terörist olmuştur.
El Kaide de Taliban’ın Suudi Arabistancası’dır.
Suudi Arabistan ABD’nin benzin istasyonudur.
İster petrolünü alır, ister benzinini sağa sola döker yakar.
El Kaide öyledir de Çeçenler farklı mı?
SSCB’nin dağılması sonrası Rusya’yı yemek isteyen
emperyalistlerin ABD, İngiliz ve Suudi ortaklığında kurdurduğu çeteler.
İslam kılıflı, gaddar savaşçılar.
IŞİD gibi kelle kesen, fidye için adam kaçıran, şeriat
kanunları diye abuk subuk yasaklar getiren gözü kanlı tipler.
Suriye ve Irak’ta vahşet yapan El Nusra, IŞİD gibi
örgütlerin bugün artık ABD ve yancıları tarafından kurulduğunu cümle alem
biliyor.
Cundullah ise İran’daki Belucistan ve Sistan bölgelerini
hedef alan Pakistan El Kaidesi.
Boko Haram ise Nijerya’daki petrole hallenen Batılı
emperyalistlerin işi.
Kuzey Afrika El Kaidesi hakeza.
Türk Hizbullah’ını domuz bağlı cinayetlerinden, kelle
kesmelerinden hatırlarsınız.
Hamas da sosyalist ve laik El Fetih hareketini ve
Filistin’in ölümsüz lideri Yaser Arafat’ı bitirmek için emperyalist güçler
tarafından kurdurulmuştur.
Bunların hepsi aşırıcıdır.
Liderlerinin sözü asla tartışılmaz.
Verilen emirler, intihar saldırısı da olsa kesin uygulanır.
Vatan için ölmekten çok, cennete gitme garantisi için
ölünür.
Hepsi de yasa dışılığı fazlasıyla benimsemiştir.
İnsan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, fidye ve haraç almak
bunların rutinidir.
Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü zinhar haramdır.
Kendileri gibi düşünmeyen herkesi düşman ilan ederler.
Hatta en ufak bir çelişmede birbirlerini bile.
Şiilerin camilerine, cenazelerine bombalı intihar
saldırıları düzenlerler.
Bebek, çocuk, kadın demeden insan öldürürler.
İşin en acı tarafı da öldürdükleri kişilerin çoğu kendi
dinlerinden, kanlarından ve canlarından olmasıdır.
IŞİD olayında bu doruk yaptı.
Dünyanın dört bir yanından bu örgüte katılmak için koştular.
Bugün ise IŞİD, örgütten ayrılmak isteyen kendi
militanlarını infaz ediyor.
Alman haber ajansı dpa'nın görgü tanıklarına dayandırdığı
haberine göre Sincar'ın Kürt güçlerinin eline geçmesi üzerine IŞİD Musul'da en
az 45 militanını öldürdü. İnfazların Sincar'daki yenilgi üzerine yapılan bir
cezalandırma olduğu belirtiliyor.
Öte yandan örgütün Suriye'de de ayrılarak kendi ülkelerine
dönmek isteyen 100'den fazla yabancı cihatçıyı infaz ettiği belirtiliyor.
Financial Times gazetesinin haberine göre öldürülenler, Suriye'nin Rakka
kentindeki IŞİD karargahından kaçmak istedi.
ILIMLISI DA AYNI
Mısır’da Müslüman Kardeşler en eskilerinden.
Türkiye’deki Kemalist Devrim’e tepki olarak 1924’te
kuruldukları söylenir.
Milli Kurtuluş Savaşlarından ödü kopan dönemin İngiliz
Emperyalizmi bunları destekledi.
Ürdün, Fas, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinde
krallıkları destekleyen İngilizler, Mısır ve Irak gibi daha büyük ve köklü
ülkelerde bunları öne sürdü.
1980 sonrasında bunlar da radikaller gibi patlama yaptılar.
Mısır, Türkiye, Fas, Malezya, Endonezya, Yemen, Tunus,
Pakistan vs.
Çeşitli isim ve kisveler altında ama hep İslamcı söylemde
konumlandılar.
Tarikatler ve dini eğitim alanları bunların en önemli insan
kaynaklarıydı.
Siyasi İslamcı hareketler, ABD tarafından ılımlı İslam olarak
nitelendi ve açıktan desteklendi.
Mesela bizdeki Fethullah Gülen cemaati gibi. (Güney Kore’deki eş değeri Hristiyan Moon Tarikatı idi)
Radikallerle kapı arkasından iş bitiren emperyalizm
ılımlıları açıktan destekledi.
Hedef milli kurtuluş hareketlerinden çok komünizm idi bu
kez.
Sovyetler yıkıldı küreselleşme hakim oldu ama bunlar tasfiye
olmadı.
Zamana ve vaziyete uydular, hepsi liberal sağ kulvarda var
oldular.
Kapitalizmle hiçbir çelişmeleri yoktu.
Faiz haramdı ama kolayı vardı, kar payı.
Her türlü kapitalist tanıma kendince bir kılıf uydurdular.
Ama ABD hep daha çoğunu istedi.
Onlar da öyle.
VE ÇÖKÜŞ…
Bugüne gelindiğinde artık ABD, ılımlı İslam kelimesini dahi
duymak istemiyor.
Çünkü ılımlısı da aşırısı da sonuçta raydan çıkıyor.
Ilımlı hep aşırıya meyilleniyor.
Aşırısı ise “sahibini” ısırıyor.
Ne kendi halkına, ne de hizmet ettiği emperyalizme bir
faydası kalmıyor sonunda.
Çünkü katı dogmatik bir yapı.
Liderin tam otoritesi var.
Bu otorite düşmanlara duyulan nefrete dayalı.
Nefret ise ana besin kaynağı.
Ilımlısında da, aşırısında da kadına duyulan kin baskın.
Kadının baskılanması ve köleleştirilmesi ana amaç.
Çocuk ve gençler ise “harcanabilir” araçlar.
Kitle bu kırmızı çizgilere değmeyen lideri her koşulda
destekliyor.
Bu da lideri vaz geçilmez kılıyor.
Lideri güçlendiriyor da.
ÇÖZÜM
Birincisi, İslamiyet’in ticaret ve siyasetin kirli
meydanından, vicdani yerine, yani insanların kalplerine dönmesi gerek.
İslamiyet’i en yüce ve ileri din yapan “Ruhban Sınıf” olmamasının
yeniden sağlanması lazım.
Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 974, Kalkınma
Bakanlığı’nın ise sadece 17 makam aracı var.
Tarikat liderleri, dinci örgütlerin başları sanki Allah’ın
temsilcisi gibi muamele görüyor.
Ruhban sınıf yoktur.
Tek rehber, Kur-an’ı Kerim’dir.
Onun dili Arapça değil, ne söylendiğini iyice anlamaktır.
O da “oku” diye başlar.
İbni Sina, El Harezmi, Farabi bunu yapmıştır.
Ama bugün İslamcı kesim okumuyor, sadece liderine biat
ediyor.
Ve her gelen bir öncekinden daha aşırıcı oluyor.
Bunun sonu yoktur.
Tüm dünyada şu son 30 yılda yaşananlar da bunu göstermiştir.
Taliban’ı da, Müslüman Kardeşler’i de, IŞİD’i de, Cemaat’i
de duvara toslamıştır.
Toslamaya da devam edecektir.
Hüseyin Vodinalı, Odatv.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder